"Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı." Burayı "Nurlu siyahlık ve nursuz beyazlık" konusu ile açar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
"Fakat, maatteessüf, İstanbul'daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul'un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul'un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylânî, Fütuhu'l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı."(1)
Zaman ve şartlar, bazı şeyleri tekemmül ettiriyor. Bu yüzden, bazı şeylerin tahakkuku için belli şartların olgunlaşması gerekir. Üstad Hazretlerinin hayatında bu çok bariz bir şekilde görülüyor.
Bazı şeyler bazı duygulara nurlu gibi dururken, başka bir duyguya karanlık ve siyahlık olabilir. Mesela insanların teveccühü, nam, şöhret, gibi şeyler, nefis açsından nurlu yani zevkli şeylerdir; ama kalp ve ruh açısından boğucu ve karanlıklıdır. Üstad Hazretleri “İstanbul'un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı.” ifadesi ile bu inceliğe işaret ediyor.
"... Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür..."(Bakara, 2/216)
Üstad Hazretlerinin esaret ve musibeti milyonlarca insanın imanla kabre girmesine mukaddeme ve müşevvik olmuştur. Üstad Hazretlerinin maruz kaldığı esaret ve musibet, zahiren şer gibi görünüyor; ama içyüzünde nurlu bir hayır bulunuyor. İstanbul hayatı zahiri tatlı ve hayır gibi duruyor; ama içyüzü o büyük hizmete muvafık düşmüyor.
Göz bebeğimiz siyahtır, zahiren karanlıktır, ancak ışığı ve görüntüleri bu siyah kısımla alırız. Gözün renkli kısmının etrafı ise beyazdır, zahiren nurun rengindedir, ancak ışık veya görüntü alamaz.
Üstad Hazretleri, ekilen menfî tohumlara bakarak, istikbalde farzlarını bile terk edecek, hatta iman hakikatlerinde şüphe ve inkâra düşecek bir neslin geleceğinden korkmuş, bunu dert edinmiş ve her derdin dermanını veren Cenâb-ı Hak da ona Nur Risalelerinin yazılmasını ilham ve ihsan etmiştir. Nitekim bu konuda kendisi bizzat şöyle buyurmaktadır:
“Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır.” (Mektubât, Yirmi Sekizinci Mektup)
Bir ihsan-ı İlâhî olarak, bu büyük vazife Üstad Hazretlerine verilmiştir. Ancak bunun sebebini “liyakat, ilmen üstünlük, azami ihlâs” gibi sebeplere değil de kendisinin “herkesten ziyâde müflis, muhtaç ve müteellim” olmasına bağlanması, onun kulluk şuurundaki kemalinin bir nişanesi olduğu gibi, “aczde bin kuvvet gördüm” ifadesiyle de yakından alâkalıdır. İnsan, kendisini ne kadar muhtaç, âciz ve fakir görürse, İlâhî rahmet onda o kadar fazla tecelli eder.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem'a.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü