"İ’lem eyyühe’l-aziz! Siyah ve beyaz nakışlar ile nakışlı bir imâme ile küre-i arzın kafasını saran semâvat ve arzın Nâzım ve Hâlıkı olan Allah’ın ulûhiyetine lâyık mıdır ki,.." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Siyah ve beyaz nakışlar ile nakışlı bir amâme ile küre-i arzın kafasını saran, semavat ve arzın nâzım ve hâlıkı olan Allah’ın uluhiyetine lâyık mıdır ki âlemin bazı safahatını, miskin bir mümkine tevdi ve tefviz etsin. Arşın sahibinden maada, arşın altındaki şeylere bizzat tasarruf eden imkân dairesinde kimse var mıdır? Kellâ. Çünkü o kudret kısa ve kāsır olmayıp muhit bir kudret olduğundan açık bir yer, bir delik kalmıyor ki gayr müdahale etsin."
(...)
"Kezalik bütün tasarrufat, kudret-i ezeliyeye aittir. Başka bir şeyin müdahalesi yoktur. Küreden zerreye varıncaya kadar o kudretin tasarrufundan hariç değildir.""Hülâsa: Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim eden zat, senin ef’al ve a’malini mühmel, başıboş, hesapsız, kitapsız bırakmayarak “İmam-ı Mübin”de yazar. Ona göre muhaseben olacaktır."(1)
Putperestler farklı varlıkları ve hâdiseleri, değişik ilahlara isnat ettiler ve bütün bunları onlar yapıyor dediler.
Bazı kimseler, küçük şeyleri Allah’ın yaratmadığını vehmederken, Mu’tezile görüşüne sapanlar şerleri Allah’ın yaratmadığını savundular.
Tabiatçılar eşyanın yaratılışını onların tabiatlarına isnad ettiler, materyalistler ise maddeye bağladılar. Evrimciler, eşyanın ilk yaratılışını göz ardı edip, üzerinde hiç düşünmeyerek sadece sonra gelenlerin ilk gelenlerden, zaman içinde evrim geçirerek teşekkül ettiğini savundular. Böylece, bir bakıma, her şeyi zamanın yaptığını iddia eden Dehriyyunlara benzediler.
Üstad Hazretleri, bu İ’lem’de her şeyi ancak semavat ve arzın Rabbi olan Allah’ın yarattığını, birbiriyle içi içe bulunan ve yine birbirleriyle çok yönlü münasebet halinde olan varlıkları, büyük- küçük, cüz’î- küllî diye ayırıp bir kısmını başka ilahlara isnad etmenin mümkün olamayacağını izah ve ispat etmektedir.
Yeryüzündeki canlılar, bir yönüyle sema ve arzın işbirliğiyle vücut buluyorlar, bir yönüyle de gece ve gündüz tezgâhında dokunuyorlar. Cenâb-ı Hak, dünyayı döndürmekle, gece ve gündüzü yaratıyor. O halde, dünyayı döndürerek gece ve gündüzü, kışı ve yazı getiren kim ise, büyük olsun küçük olsun, bütün canlıların Rabbi de odur. Burada bir ayırıma gitmek aklen mümkün değildir. Güneş, ışığıyla ve ısısıyla büyük-küçük demeden her canlının imdadına koştuğu gibi, yine hava unsuru da bir ayırım yapmaksızın bütün canlılara hizmet etmekte, dünya bunların tümünü sırtında gezdirmekte, toprak unsuru hepsine analık etmektedir. Bu harika nizamı kuran ve bütün unsurları ve sistemleri emrinde çalıştıran Allah’ın azametine yakışmaz ki, bazı varlıkların yaratılışını, rızıklanmalarını ve idarelerini başka ellere bıraksın. Yani, çiçekleri bahçeler yapmış olsun, meyveleri ağaçlar yapsınlar, hayatı cansız elementler meydana getirsinler.
Cenab-ı Hakk’ın, zatında da şeriki yoktur, sıfatlarında da, isimlerinde de… Zât’ı ezelî ve ebedî olup varlığı vacib olan bir başka zat düşünülemeyeceği gibi, sıfatları sonsuz olan bir başka ilah da tasavvur edilemez. Keza, bir başka Rahmân ve Rezzak, bir başka Mâlik ve Hâkim yahut bir başka Muhyi ve Mümit de düşünülemez.
Allah’tan başka bütün varlıklar “mümkindir.” Mümkin, varlığı kendinden olmayıp, olup olmaması müsavi olan demektir. Bunlar bir zamanlar yoktular, sonra var oldular, tekrar yok olabilirler.
Bir kitaptaki bir cümlenin yazılışı bir başka cümleye isnad edilemeyeceği gibi, bir mümkinin yaratılması da bir başka mümkine verilemez.
Üstad Hazretleri, “Bir şey zâtî olsa, onun zıddı ona arız olamaz.” (2) buyuruyor. Mümkinlerin varlıkları zatlarından değildir, Allah’ın var etmesiyle var olmuşlardır. Onun için varlığın zıddı olan yokluk onlara arız olabilmektedir. Bizim sıhhatımız zâtî olmadığı için hastalanıyoruz. Hayatımız ve gençliğimiz zâtî olmadığı için ihtiyarlıyor ve ölüyoruz.
Bütün mülkün yegâne maliki ve bütün varlıkların tek Hâlıkı olan Allah, hiçbir mahlûkunu ve dünyada cereyan eden hiçbir hâdiseyi yahut hüküm süren hiçbir kanunu bu mümkinlerin eline bırakmaz. Onlara “tevdi ve tefviz” etmez.
"Arşın sahibinden maada, arşın altındaki şeylere bizzât tasarruf eden imkân dairesinde kimse var mıdır!"
İmkân dairesi deyince bütün mahlûkat anlaşılır.
Arş’ı şöyle tarif ediyorlar: “İlâhî emirlerin melaikelere ilk tebliğ edildiği makam.” Bütün âlemlerin idare edildiği emir âlemi.
Bütün kâinatın maddesi insanın bedeni gibi. Nasıl insan bedenini idare eden bir manevî kalb ve ruh varsa, bütün şu madde âlemini de idare eden bir arş var. Nasıl levh-i mahfuzun bizdeki misâli hafıza ise, aynı şekilde arşın bizdeki temsilcisi de kalbdir.
Meselâ, kalbimize bir yere gitmek geliyor da sonra o yere gitmeye karar veriyoruz. Beden o kalbin emrinde. Nereyi istiyorsa oraya gidiyor. Bunun gibi, bütün âlemler de arştan idare ediliyorlar.
Arşın sahibi, bütün alemleri idare ederken, artık arşın altındaki mahlûkatta O’ndan başka kim tasarrufta bulunabilir!?..
"Kellâ. Çünkü o kudret kısa ve kasır olmayıp muhit bir kudret olduğundan, açık bir yer, bir delik kalmıyor ki, gayr müdahale etsin."
Biz sonradan yaratıldığımız için, varlığımızın başı ve sonu olduğu gibi, kudretimizin de başı ve sonu var. Keza, ömrümüzün, ilmimizin, görmemizin, işitmemizin de sınırları var. Bizim her şeyimiz sınırlı. Ama Allah’ın kudreti “kısa ve kasır olmayıp muhit bir kudrettir” ve her şeyi ihata eder.
Muhit; ihata eden, kaplayan demektir. Şu anda hava hepimizi kaplamış; hepimizin ciğerlerini o temizliyor. Her taraf hava ile kaplı. Bir boşluk yok ki oraya bir başka varlık girsin de bir kısım ciğerleri de temizlesin.
Allah’ın sonsuz kudreti de her şeyi ihata etmiş. Bir boşluk yok ki araya bir şerik girsin de o da bir iş görsün.
"Maahaza ceberutiyet ve istiklaliyetin izzeti ve kendini sevdirmek ve tanıttırmak muhabbeti, gayre müsaade etmiyor ki, arada ibadullahın enzarını kendine celbeden ismî bir vasıta bulunsun."
“Kendini sevdirmek ve tanıttırmak muhabbeti,” ifadesi şu hadis-i kudsiye bakıyor:
“Ben gizli hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlukatı yarattım.”(3)
Allah, kendini tanıttırmak istedi. Kudretini tanıtmak için, yer ve göğün yaratılması gibi, kudret gerektiren nice işler sergiledi.
İlminin tanınması için her mahlûkunu ince bir ilim ve hikmetle dokudu.
Rahmetini tanıtmak için, rahmete muhtaç canlılar yarattı ve bütün bir kâinatı onların her türlü ihtiyaçlarına koşturdu.
Hayat sahibi olduğunu tanıtmak için meleklerden, insanlara kadar nice canlılar yarattı.
Misaller çoğaltılabilir.
Bir gecekondunun kendi kendine olduğuna kimse inanmaz. Dört tane tuğla kendi kendine bir araya gelmez, dört tane tahta kendiliğinden çakılmaz da yüz trilyon hücre nasıl bir araya gelir de insan olur? Şu kadar yıldız nasıl birliktelik sağlar da sema olurlar. İşte, atomlardan hücrelere, hücrelerden yıldızlara kadar her şeyi yaratan Allah, kendini bu mahlûkatıyla tanıttırmak istediği gibi, sevdirmek de istiyor. Bütün bu varlıklardan fayda görüyoruz, hepsini seviyoruz.
Hayata kavuşan bir canlı hem Allah’ı Hay ve Muhyi olarak bilir, hem de O’na karşı kalbinde büyük bir minnettarlık taşır.
Diğer taraftan, mahlûkatın güzel, rengârenk, sevimli yaratılmaları da ayrı bir sevgi sebebidir. Bir elma, renksiz, kokusuz, tatsız da olsaydı, biz o kuru ağaçtan bu faydalı gıdayı çıkaran Allah’ın ilmini, kudretini ve rahmetini yine tanırdık. Ama o elmaya bu hususiyetleri de takmakla bu tanıtmaya bir de “sevdirme” eklemiş oluyor.
Kendini tanıtmak ve sevdirmek için bu mahlûkatı böylece yaratan Cenâb-ı Hakk’ın “ceberutiyet ve istiklaliyeti” müsaade etmez ki, O’ndan başkasına minnettar olunsun ve onlara ibadet edilsin.
O’ndan başkası hep mahlûk, O’ndan başkası hep memurdur.
Önceleri memurlar maaşlarını, “mutemed” denilen bir başka memurdan alırlardı. Ama çok iyi bilirlerdi ki, paraları o memur kendi cebinden vermiyor. O da maaş almaya muhtaç bir memur. Parayı mutemedin elinden alırlar ve onun vermediğini de çok iyi bilirlerdi. Biz de elmayı “dalların ellerinden” alıyoruz, ama meyveyi ağacın yapamayacağını da çok iyi biliyoruz.
Bütün sebepler o meyve ağacı gibi. Hepsi mahlûk, hepsi memur. Allah’ın “ceberutiyet ve istiklaliyeti müsaade etmez ki” O’na hamd etmek yerine, bu memurlara minnettar olunsun, onlara şükredilsin.
"Maahaza küll ile cüz'de, nev' ile ferdde yapılan tasarrufat, birbirinin içinde mütedâhil ve yekdiğerine mütesanid olduğundan, o tasarrufları ayrı ayrı fâillere vermek mümkün değildir."
Küll, “bütün”; cüz’ ise “parça” demek. Küll ağaç ise, cüz’ dal olur. Küll beden, cüz’ ise herhangi bir organdır. Ağacı yapanla dalı yapan başka olamayacağı gibi, bedeni yapan başka, hücreyi yapan başka olmaz. Zaten küll, cüzlerden meydana geliyor.
Bir cümle yazdığımızda, o cümle külldür, kelimeler ise cüz.’ Cümleyi yazan kim ise her bir kelimeyi yazan da yine odur.
Bir de küllî-cüz’î meselesi var. “Nev' ile ferdde yapılan tasarrufat,” ifadesinde nev’ “küllîdir”, ferd ise “cüzîdir”.
Küllîyi, yani nev’i kim yaratıyorsa, cüz’îyi, yani onun her bir ferdini de O yaratıyor. İnsan nev’ini yaratan kim ise, her bir insanı yaratan da yine O’dur.
Nur Külliyatında çok geçtiği için bu konu üzerinde biraz daha duralım:
Küll ile cüz’ farklı isimlerle yâd edilirler, ama küllî ve cüz’î aynı isimle yâd edilir. İnsan üzerinde konuşacak olursak, insan bedeni küll, el veya ayak ise birer cüz’dür. Ne ele, ne de ayağa “insan” denmez. Ama “insan nev’i” küllî bir mânadır, bir insan ise o küllînin bir ferdidir. Bütün insanlara da, o tek insana da “insan” denilir. Yani, küllîye de cüz’îye de aynı isim verilir.
Üstad Hazretleri, bir dersinde “teşahhusattan mücerred bir mahiyet…” derken, bir bakıma küllînin tarifini yapmış oluyor. Küllî, nev’in ismidir, bir şahs-ı manevîdir, maddî bir cisim gibi değildir.
“Küll ile cüz'de, nev' ile ferdde yapılan” tasarruflar iç içedir, birbiriyle dayanışma halindedir.
"Meselâ: Âlemin nizam, intizam ve tasarrufunda arzın tedbiri dâhildir. Arzın tedbirinde insanın da tedbiri dâhildir."
Âlem küll, arz ise ondan bir cüz’, bir menzildir. Bütün âlemi kim sevk ve idare ediyorsa yerküremizi de intizam altına alan O’dur.
Yer küremizin tedbirine bizim tedbirimiz de dâhildir.
"Ve aynı zamanda bu tasarrufat yapılırken, başka nevilerin de şuunatına bakılır."
Mesela, at nev’i yaratılırken, insan nev’ine bakılıyor, yani ona göre yaratılıyor. Atın gücü ve kuvveti kendisinden çok, bize lazım. Rızkını koparması için o kadar güçlü olması gerekmiyor. Otları, koyunlar da koparıyor, kuzular da. Öte yandan, atın otla beslenmesi de insana bakıyor, yani ona göre takdir edilmiş. O da aslanlar gibi et ile beslenseydi, insanların at beslemeye güçleri yetmezdi ve onu yanlarında bir hizmetçi olarak barındırmazlardı.
"Ve hüceyrat-ı bedeniye ile zerrat dahi yaratılıyor. Ve hâkeza bütün bu tasarrufat bütün safahata aynı kudretle yapılır. Nasılki şemsin nurundan, katre ve kabarcıklara varıncaya kadar hiç bir şey hariç kalmıyor. Bütün eşya o nur ile tenevvür ediyor."
Allah’ın kudretinin muhit olduğuna, güneşin bütün katrelere, bütün kabarcıklara nurunu vermesi, hiçbirini hariç bırakmaması misal veriliyor. Denizlerde, ırmaklarda, gözlerde, aynalarda icraat yapan, hepsine birlikte ışık ve ısıveren aynı güneştir.
"Hülâsa: Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim eden zât, senin ef'al ve a'malini mühmel, başıboş, hesabsız, kitabsız bırakmayarak 'İmam-ı Mübin'de yazar. O’na göre muhaseben olacaktır."
Ağacın bütün amellerini meyvesinde ve çekirdeğinde yazan Allah, insanın bütün kâinatı alâkadar eden amellerini “mühmel, başıboş, hesabsız, kitabsız bırakmaz.”
"Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu (onun mükâfatını) görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onu görecektir." (Zilzal Suresi; 7-8)
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
(2) bk. Şualar, Yedinci Şua.
(3) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, 2, 132.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü