"Havf ve reca gibi pek çok füruat" ifadesine göre “havf ve reca” muvazenemiz nasıl olmalı?
Değerli Kardeşimiz;
"( اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ) Bu iki sıfatın Lâfza-i Celâlden sonra zikirlerini icap eden münasebetlerden birisi şudur ki:"
"Lafza-i Celalden, celal silsilesi tecelli ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecelli ediyor. Evet, her bir alemde emir ve nehiy, sevap ve azap; terğib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca gibi pek çok füruat, celal ve cemalin tecellisiyle teselsül edegelmektedir."(1)
Allah’ın iki türlü isim silsilesi vardır. Biri cemal silsilesi, diğeri ise celal silsilesidir.
Cemal silsilesinde lütuf, ikram, şefkat, nur, ihsan, af, hüsün gibi manalar hükmeder. Aynı şekilde bu manaların her dairede tecelli ve taallukları vardır. Mesela, insanın kalp dairesinde reca ve ümit olarak, terbiye dairesinde mükâfat olarak, ahiret dairesinde cennet ve nur olarak tecelli eder.
Celal silsilesinde ise kahır, intikam, ceza, ateş, azamet, kibriya gibi manalar hükmeder. Aynı şekilde bu manalar mahlûkat dairelerinde de tecelli ve taallukları vardır. Mesela, insanın kalp dairesinde haşyet ve korku olarak, terbiye dairesinde mücazat ve ceza olarak, ahiret âleminde ise cehennem ve nar olarak tecelli eder.
Mükâfat ve ceza, insanın terbiyesinde, terakkisinde, kemale ermesinde ve ulvî makamlara çıkmasında bir teşviktir. Bu beşeri sistemlerde de aynıdır. Okulda başarılı ve çalışkan olan talebeye yıldızlı pekiyi vermek, tembel ve başarısız olan öğrenciye de zayıf not vermek, aynı maksada matuf şeylerdir. Mükâfat ve ceza olmasa, çalışkan ile tembel talebe arasındaki fark temyiz ve tefrik edilemez. Bu da hakikat açısından bir hata ve zulümdür. Yani öğretmenin çalışkan ile tembel talebeyi aynı kefeye koyması bir haksızlık ve zulümdür.
Emir, sevap, terğib, tahmid, reca, Cemal ismine bakarken; nehiy, azab, terhib, tesbih, havf ise Celal ismine bakar.
Füruat, burada kâinatın en küçük dairesi demektir ki, her bir dairede bu iki isim silsile halinde tecelli ediyorlar.
Kantarın topuzu hiçbir zaman Celal ve Cemale tam kaçmamalıdır. Zira terbiye sisteminde mükâfat da mücazat da zaruridir. Makam icabı dozaj biraz eksilip artabilir. Mesela, büyüklere yapılan tehdit çocuklara yapılmaz. Lakin çocukların âleminde kendi makamlarına uygun dozajda bir celal manası bulunmak iktiza eder, muvazene de bu şekilde temin edilir. Bu yüzden insan ümit ile korku dengesinde yaşamalı, hiçbir zaman ümide ya da korkuya tam kapılmamalıdır. Ümide kapılıp korkuyu unutmak ucb (amele güvenmek) ve dalalet olduğu gibi, korkuya kapılıp ümidi unutmak da yeis (ümitsizlik) ve dalalettir. Her iki hal de manevî bir tuğyan ve isyandır.
Havf; Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kibriyasından, celâlî isimlerinin tecellisinden korkmaktır. Bir mü’min Cenab-ı Hakk’a karşı işlemiş olduğu günah ve isyanlarından dolayı fevkalade mahzun ve müteessir olmalıdır. Bu, imanın, kulluğun, edeb ve hayânın muktezasıdır. İnsan Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalı, her zaman korku ve ümit arasında yaşamalıdır. Ne, yaptığı hayır ve hasenatına güvenmeli, ne de günahlarından dolayı ümitsizliğe düşmelidir.
Eğer bir kul yapmış olduğu ibadetlerine güvenir ve onlara itimat ederse gurura düşer. Zira ibadete güvenmek gururdur, gurur ise en büyük günahlardan biridir ki, kişiyi elim akıbete duçar eder.
Gurur kişinin yaptığı hasenat ve ibadetlerine güvenmesidir. Böyle bir insan, yaptığı iyiliklerin, hayır ve hasenatın kendisini kurtaracağını düşünerek akıbetinden emin olur ki, bu da çok tehlikeli bir haldir ve insanı dalalete götürür. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“… a'male güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” (Mesnevi-i Nuriye)
Evet, insan yaptığı hayır ve hasenatına ve ibadetine güvenemez. Çünkü işlediği haseneler ve yaptığı ameller kendi malı değildir, onlarda bir hakkı yoktur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her kötülük ise nefsindendir.” (Nisa Suresi, 79)
Buna göre insana her ne iyilik, hayır, hasene, maddî ve manevî menfaat isabet etse, bunlar hep Allah’tandır, O’nun lütuf ve keremidir. İnsandaki güzel sıfatlar, âli hasletler ve ulvi meziyetler Allah’ın ihsanıdır. Kişinin o güzel meziyetleri kendisinin bir kesbi olarak görmesi onu gurura götüren azim bir hatadır. Ancak insandan sadır olan günah ve kusurlar ise kendi nefsindendir. Arı balıyla, ipek böceği ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kemaliyle ve yaptığı ibadetlerine iftihar edemez.
Reca; bir kulun günahı ne kadar olursa olsun Cenab-ı Hakk’ın şefkat ve merhametine sığınması, O’nun rahmetinden ümit kesmemesidir. Başka bir ayette ise mealen şöyle buyrulur:“De ki: "Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." (Zümer Suresi,53)
Allah, Gafur’dur, Tevvab’tır. Allah, günahlarından dolayı pişman olup kendisine yönelen kulunun tövbesini kabul edip affeder. Allah affedicidir ve affı sever.
Şeytanın en mühim bir desisesi ve oyunu da, insana kusurunu göstermemesi ve itiraf ettirmemesidir. Tâ ki, o insan istiğfar ve tevbe edip Allah’a sığınmasın. Şeytanı dinleyen ve nefsine mağlup olan bir insan, kusurunu görmek istemez; görse de, avukat gibi kendini müdafaa eder. İnsan nefis ve şeytandan her an tövbe ve istiğfar ile dergâh-ı ilahiye sığınmalıdır.
Bir kul için en selametli yol, havf ve recadır. Bir mü’min kendine korku ve ümidi iki kanat yapıp bir kuş gibi uçarak cennette konaklar.
(1) bk. İşaratü'l-İ'caz, Fatiha Suresi Tefsiri.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü