"Hazret-i Mevlânâ’nın üfürdüğü neyden tuğyan ve feyezan eden, Hazret-i Ali’nin kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir?" İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Siz Üstadımdan tazarru ve niyaz ve istimdad ediyorum ki, mütevekkilen alâllah, ya Üstad-ı Âzam, tarîkat-i Muhammediyenin maksat, gaye ve esasını, teferruat ve füruatını zikir ve beyan eden bu Dokuzuncu Kısım, bir nur-u tarikat ve hakikattir. Okumaya doyulmaz; okudukça hâsıl olan şevk ve lezzet hesaba gelmez. Hele Dokuzuncu Telvih, hülâsa ve icmal edilerek bütün hakikatlar toplanmış. Temsilde hatâ olmasın, Hazret-i Mevlânâ’nın üfürdüğü neyden tuğyan ve feyezan eden, Hazret-i Ali’nin (kerremallahu veche) kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir? Farkı nerededir ki, o ney, o kuyuda hâsıl olan kamıştandır." (Barla L., 124. Mektub)

Yüzbaşı Asım ağabeyimizin mektubunda geçen bu ifadeler, çeşitli yollarla bize ulaşan mühim ve hakikatli bir hikâyenin terennümüdür. Risalelerde bahsedilen hakikatlerin de aslında bu Nebevî sırdan ve Mevlana'nın Ney'inden yükselen derin manalardan başka bir şey olmadığının izahıdır.

  • KUYUDAN MEVLÂNÂ’YA AÇILAN SIRLAR

Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (asm.) Hazret-i Ali (r.a) için “ilmin kapısı” diyor.

Hazret-i Peygamber (asm.) bir gün Hazret-i Ali’ye (r.a) nazar kılmış, çok mühim ilmî sırlar vermiş ve bunları kimseye söylememesini tembihlemiştir. Hazret-i Ali (r.a) kendisine verilen bu sırların izzetiyle, haşmetiyle ve azametiyle heyecanlanır, içi içine sığamaz hale gelir. Evde gözüne uyku girmez. Hazret-i Fatma (r.a) sordukça da bu yüksek sırları ifşa etmekten korkar.

İlmin haşmetinin verdiği manevî sarhoşlukla ve ilmin izzetinin ağırlığıyla geceleyin evden çıkar ve Medine sokaklarında bir süre mecnun gibi yürür. Yürüdükçe içindeki ilim coşkusuyla kâinata haykırmak ister. Derken bir kör kuyuya rast gelir. Kuyuya eğilir ve bütün kuvvetiyle şöyle haykırır:

“Ey Kuyu! Bu gün Resul-i Ekrem (asm) bana şu şu sırları verdi” der ve sırları boş kuyuya bir bir sıralar.

  • KÖR KUYU TAŞINCA

Rivayet edilir ki, bu sırların kuyuya söylenmesinin ardından kör kuyu coşar, su ile dolar, kabarır, kuyunun ağzından taşar. Suyun taştığı yerde kamışlar yaratılır. O kamışlardan biri Mevlânâ’ya ulaşır. Mevlânâ’nın kamışının İlâhî aşkla vecde gelip coşması ve aşk-ı hakiki ile dinleyenleri semaa kaldırması bu sırlar dolayısıyladır.

Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz (asm)'den sonra nübüvvet kapısını kapatmıştır. Hz. Muhammed (asm)'den sonra peygamber gelmeyecektir. Fakat Rabbimiz (c.c) dinin ve mü’minlerin istikamet çizgisinde yürümeleri için, "müceddid" dediğimiz vazifeli zatları ilim ve hikmet ile techiz edip göndermektedir. Bu zatların vazifesi, bulundukları asırlardaki insanların İslam’ı nasıl anlamaları ve yaşamaları gerektiği hususunda telkin ve tavsiyelerde bulunmaktır.

İşte bu küllî kaideye binaen, müceddid ve müçtehidler, hep Kur'an sofrası ve sünnet pınarı ile beslenmişlerdir. Başta Halife-i Güzin olarak bazı büyük sahabeler, Müçtehid efendilerimiz, tarikat aktabı olan gavs ve kutublar; asfiya dediğimiz İmam-ı Gazzalî ve İmam-ı Rabbanî, Ömer İbn-i Abdulaziz İslam'a hizmet edenler hep bu sınıftandır.

Bu gibi zatların hem itikadı ve hem de eserleri hep aynı menbadan kaynaklanıyor. (Osman Nûri TOPBAŞ, Âb-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları, 2005, İstanbul)

Netice: Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de ekser âlimlerin itirafı ve ittifakı ile bu asrın müceddidi olması itibariyle elbette telif ettiği Risale-i Nurlar, Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Mevlana'nın eserlerinden farklı olmayacaktır. Belki elbiseleri ve bedenleri farklı olabilir ama ruh, akıl ve kalb aynıdır. Çünkü hepsi aynı yerden beslenmektedirler.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...