"Hazret-i Ali’nin (ra) zatında temessül eden şahs-ı manevi-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-i Muhammediye (asm)..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Hem Hazret-i Ali’nin (ra) zatında temessül eden şahs-ı manevi-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-i Muhammediye (asm) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın sırr-ı azimi var." (Lem'alar, Dördüncü Lem'a)

Habib-i Kibriya Efendimizin (asm) mübarek nesline Âl-i beyt veya Ehl-i beyt adı verilir. Resulullah Efendimizin nesli, kızı Hz. Fatıma (r.anha) vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Ali (ra) ve Hz. Fatıma’nın evliliğinden dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) Âl-i Beytin temsilcileri durumundadırlar.

Ehl-i beyt soyunda binlerce âlim ve müçtehit, milyonlarca evliya ve nice asfiya gelmiş; İslam’ı muhafaza, neşir ve tebliğ etme noktasında azim hizmetler etmişlerdir. Ehl-i beytin imamı da Hazreti Ali (ra)’dır.

“Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız. Allah’ın kitabı ve Âl-i Beytim.” (bk. Ebu Davud, Menasik, 56)

Bu hadis Ehl-i beytin üstünlüğünü ve değerini ifade ediyor. Ehl-i beytin özünde Peygamber Efendimiz (asm) ve onun sünneti vardır. İmam-ı Ali (r.a) da bu müessesenin mümessili ve kumandanı olduğu için, manevi makamı çok yüksektir, kimse ile kıyaslanamaz.

Burada kıyaslanamayan ve muvazeneye gelmeyen makam, Hz. Ali’nin (ra) şahsi makamı değil, temsil ettiği makamdır, ona da hiç kimse yetişemez.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 2.783
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

eyubmer
Bu sırrı azim ve temessül sadece hz ali için midir? Yoksa ehli beyt den abdulkadir i geylani gibi zatlarda da varmıdır?.. Varsa bu temessül ve tecelli nedeniyle abdulkadir geylani aynı hz ali gibi hz ebubekir ve hz ömerle kıyasa gelmez denebilir mi.....
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Sorularla Risale

Hazreti Ali (ra) Ehlibeytin temsilcisi ve mukaddemesi olduğu için Hakikat-i Muhammediyeye veraset-i mutlaka sadece Hazreti Ali’ye mahsus olmaktadır.

Küllde olan fazilet cüzde olmaz. Bu durumda ehlibeytin külliyetindeki fazilet ile bir cüzündeki fazilet eşit olamaz. Bu noktadan bakıldığında Hazreti Ali Efendimizin şahsi kemalatı da bir cüzdür asla ehlibeytin külliyeti ile kıyaslanamaz. Şahıslar sırf ehlibeytten diye mutlak bir fazilet sahibi olamazlar.

Zira ehlibeyt Peygamber Efendimizin de sırr-ı azimini içinde barındıran külli ve külliyetli bir kolektif oluşumdur. Hazreti Ali (ra) ise bu külli ve kolektif oluşumun mümessili ve vekili oluyor.

Hazreti Ali (ra) bu vekillik olmadan şahsi kemalatı ile mukayese edilirse ilk üç halife daha faziletli oluyor. Hazreti Ali (ra) bile şahsi kemali ile ilk üç halifeye yetişemiyor iken, sahabe bile olmayan Abdulkadir Geylani Hazretlerinin üç halife ile mukayese edilmesi asla mümkün değildir. Abdulkadir Geylani Hazretleri ehlibeytin parlak bir cüzüdür ama külliyeti üzerinde barındırmıyor.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Ziyaretçi (doğrulanmadı)

Âl-i Beyt'in maddî ve manevî olarak ikiye ayrılmasını üstad neye dayanarak yapmıştır? Bilhassa manevî Âl-i Beyt mefhumunun nokta-i istinadı nedir?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Sorularla Risale

"Mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım." (Şualar, On Dördüncü Şuâ)

Hz. Peygamberin (asm) mübarek nesline al-i beyt veya ehl-i beyt adı verilir. Habib-i Kibriya Efendimizin erkek çocukları yaşamadığından, nesli Hz. Fatıma (ra) vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Ali (ra) ve Hz. Fatıma’nın evliliğinden dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) Al-i beytin temsilcileridir.

“Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız. Allah’ın kitabı ve Âl-i beytim.” (Ebu Davud, Menasik, 56)

Bu hadis-i şerif, Al-i beytin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Âl-i Beyt, nuranî bir ağaç gibi günümüze kadar meyvelerini vermeye devam etmiştir. Hz. Peygamberin (asm.) her şeyine sahip çıkan ümmet-i Muhammed, Âl-i Beyte de tam sahip çıkmış, maddî ve manevî destek olmuşlardır.

Osmanlı Devleti, "Nakîbu’l-Eşraf" adıyla Âl-i beyte mensub insanları tespit ve himaye eden bir teşkilat kurmuştur.

Bununla beraber şu noktaya da açıklık getirmek gerekir: Üstad Bediüzzaman’ın Lem’alar’da dikkat çektiği gibi:

Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.” (4. Lem'a)

Nitekim Hz. Peygamber (asm) kızı Fatıma’ya şöyle demiştir:

“Kızım, amelinle kendini kurtarmaya bak. Peygamber kızıyım diye mağrur olma. Yoksa ben de seni kurtaramam.” (Müslim, İman, 348).

Hz. Nuh’un oğlu, kendisine inanmayıp Tufan’da gözleri önünde sular altında kalınca “Ya Rabbi, o benim ehlimdendi,” dedi. Cenab-ı Hak da, “O senin ehlinden değil” buyurdu. (HudSuresi,45-46)

Demek ki, arada iman bağı olmayınca, neseb bağının olması peygamber oğluna bir şeref kazandırmaz.

“Sura üfürüldüğünde, o gün artık aralarında neseb kalmaz.” (Mü’minun Suresi, 40/101)

ayeti, neseb bağının arızî ve geçici bir bağ olduğunu beyan ediyor.

Bütün bunlardan ortaya çıkan netice şudur: Peygamber Efendimizin neslinden gelen Âl-i Beyt, hürmete şayan insanlardır. Fakat bu hürmet, onların İslam’a bağlılıkları dolayısıyla olmalıdır. Yoksa sadece Âl-i Beyt'ten gelmek yeterli değildir.

Şu hâdise dikkate şayandır: 

Selman-ı Farisî (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte teşkil ettikleri on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlullah (asm.), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a); "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İran’da muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü. (Taberi, Tarih, II, 566).

Bu görüş Rasûlüllah (asm.) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman-ı Farisî (r.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (asm.); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i beytine dâhil etmiştir. (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...