"Hem hususî olarak bir ilm-i Kur'anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanıyla çok mahlûkat üstüne bir tefevvuk verdi..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Hem hususî olarak bir ilm-i Kur'anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanıyla çok mahlûkat üstüne bir tefevvuk verdi."
"Ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir ayna ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubûdiyetle mukabele edebilen bir istidat vermiş."
"Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitapların ve suhufların ve fermanların icmâıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur'aniye'nin nassıyla- benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faydasız zayi olmasın."
"Ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak pahasına saadet-i ebediyeyi ve Cenneti vereceğini kat'î bir surette çok tekrarla vaad ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam iman ile anladım."(1)
Allah, insanı harika cihazlar, mükemmel latifelerle donatmış, sayısız ihsan ve ikramlarla perverde etmiş. Buna mukabil insandan ubudiyet ve şükür istiyor. İnsanın bu harika ve sayısız nimetlere iman ve ibadet ile mukabele ederek şükretmesi gerekiyor.
İnsan iman ve ubudiyet için yaratılmış, ebedî saadeti kazanması için de ruhuna eşsiz bir istidat verilmiş, harika cihaz ve latifelerle donatılmıştır. Dünyanın fani ve basit işleri, ahiret hayatına nisbetle birer gölgedir ve çok ehemmiyetsizdir. Kıymetli şeyler kıymetsiz maddeleri elde etmekte kullanılmaz kullanılırsa kıymetten düşer değersiz bir hal alır demektir.
Sayısız nimetlerle perverde edilen ve büyük sermayelerle teçhiz edilen insanın elbette mes’uliyeti büyük, vazifesi çok ağır olacaktır. Malumdur ki, sermaye ne kadar büyük olursa, onun kârı da zararı da o kadar büyük olur. Bir holdingin kârı ile bir marketin kârı nasıl mukayese edilmezse, holdingin iflas etmesi de marketin iflas etmesine benzemez.
Eğer latifelerini ve âzalarını Rabbinin rızası istikametinde ve yaratılış gayelerine uygun olarak kullanmaz; aklını hilede kullanır, hayalini faydasız şeylerde gezdirir, kalbini masivaya bağlar, hafızasına zararlı şeyler doldurursa, kulağı ile haram sesleri dinler, gözünü haram nazarlarda dolaştırır, dilini gıybet ve yalanda istimal ederse, manen iflas eder.
En büyük istidatta yaratılan ve kendisine büyük bir sermaye verilen insan da bu istidadını ve sermayesini Rabbinin rızası dairesinde kullanırsa, nefsini Allah’a satarsa, kâinat sarayının en aziz ve en mükerrem misafiri olur, âlâ-yı illiyyine çıkar, cennete layık kıymet alır ve ebedî saadete mazhar olur. Şayet o büyük sermayeyi zâyi ederse, istidadını köreltirse, duygularını ve cihazlarını nefsinin arzularına göre kullanırsa, o zaman da esfel-i safiline düşer, te’dib ve tokadı hak eder, ebedî felakete duçar olur.
Evet, insan iman ve ubudiyet için yaratılmıştır. Ubudiyet, kulluk demektir ve mânası ibadetten daha şümullüdür. Yâni, ubudiyet insanın bir kul olarak yapması gereken her şeyi içine alır. Bunların yapılması da bir nevi ibadettir, ancak ibadet denilince bilhassa akla gelen mâna, Allah’ın emrettiği vazifeleri yerine getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmaktır.
Bütün nimetler yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluyoruz.
Kısacası, hikmetle yaratmak rububiyet, bu hikmet ve faydaları düşünmek ubudiyettir. Rahmetle yaratmak rububiyet, bu rahmete şükür ve minnettarlıkla mukabele etmek ubudiyettir. Hastalıkları, ölümü takdir etmek rububiyet, bunlara karşı sabır ve rıza ile mukabele etmek ubudiyettir.
Allah’ın izzet tecellilerine karşı zilletini bilmek, O’nun zenginliğini gösteren nimetlere karşı fakrını idrak etmek ubudiyettir.
İnsan aklını marifete, kalbini muhabbete, gözünü ibrete, dilini zikre verir, her bir latifesini, her bir âzasını yaratılış gayesine uygun kullanırsa, azim bir kâr eder ve küllî bir ibadet etmiş olur.
İnsanı kâinatta yaratılmışlara üstün kılan iki büyük nimetten birisi Kur’an ilmidir. Diğeri ise imanın insana bahşetmiş olduğu hikmettir. İnsan bu iki nimet sayesinde bütün yaratılmışlara üstün geliyor, onların efendisi oluyor. Öyle ki kâinat bile insan-ı kâmil olan Peygamber Efendimiz (asm)'in yüzü suyu hürmetine yaratılıyor.
Hikmetin insan için büyük bir hayır olduğu ayette şu şekilde ifade edilmektedir:
"Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar." (Bakara, 2/269)
Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda ve felsefe gibi mânalara gelir.
Hikmet; hakkı hak bilip ittiba etmek, batılı batıl bilip içtinab etmektir.
Hikmet; kâinatı, varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmektir.
Hikmet; her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.
Hikmet; eşyanın hakikatini idrak etmektir.
Hikmet; ahlâk-ı ilahiyye ile ahlâklanmaktır.
Hikmet; Allah’tan korkup, yasaklarından sakınmaktır.
İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir” demişlerdir.
(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü