"İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

İman; Hazret-i Peygamber Efendimiz (asm)'in getirmiş olduğu dini, kalb ile tasdik, dil ile ikrar, aza ile amel etmekten ibarettir. Yalnız, aza ile amel imanın aslî bir rüknü değil, kemalî bir rüknüdür. Amelsiz iman da makbuldür, ama bu iman kâmil bir iman değildir. Kâmil iman ise ancak tahkikî olan imandır.

"Tevhid iki kısımdır. Meselâ, nasıl ki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zâtın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir:"

"Biri, icmâlî, âmiyânedir ki, 'Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi değil ki sahip olabilsin.' Fakat böyle âmî bir adamın nezaretinde çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahip çıkabilir."

"İkinci çeşit odur ki, her denk üzerinde yazıyı okur, herbir top üstünde turrayı tanır, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir surette 'Her şey o zâtındır.' der. İşte, şu halde herbir şey o zâtı mânen gösterir."

"Aynen öyle de tevhid dahi iki çeşittir."

"Biri tevhid-i âmî ve zahirîdir ki, 'Cenâb-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kâinat onundur.'"

"İkincisi tevhid-i hakikîdir ki, her şey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya her şeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve her şey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vecihle hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir. Biz dahi, şu Sözde, o halis ve âli tevhid-i hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz."(1)

Tevhid; birleştirmek, birlemek, birlikte düşünmek demektir. “Allah’tan başka ilah (hak Ma’bud) yoktur.” mânasına gelen kelime-i tevhidde önce “Lâ ilâhe” denilerek bütün batıl mabudlar reddedilir. Bunların tamamı batıl olmakta ve ibadete layık olmamakta birleşirler. Sonra “illallah” denilerek hak Mabud’un ancak Allah olduğu beyan edilir.

İkinci Şuâ’da şu temel cümle geçer ve misallerle izahı yapılır: "Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder.”

Yediğimiz yemeği Allah’ın bir ihsanı olarak görürüz ve “Rezzak ancak Allah’tır” deriz. Ancak, bizimle birlikte rızıklanan yaklaşık yedi milyar insanı, bütün hayvanlar âlemini, geçmiş zamanda rızıklanan ve gelecek zamanda yaratılıp rızıklandırılacak olan bütün canlıları ve nihayet cennette ebediyen rızıklanacak bütün insanları birlikte düşündüğümüzde Rezzak isminin cemâli çok daha geniş bir aynada ve çok daha mükemmel olarak müşahede edilir.

Bu mâna bütün varlık âlemi ve bütün esmâ tecellileri için de aynen geçerlidir. Varlıkları tefekkür ederken onlara tevhid nazarıyla baktığımızda hiçbir varlığı tesadüfe, tabiata yahut batıl mabudlara veremeyiz. Rızık misaline tekrar dönecek olursak, her bir meyve üzerinde şu mühür vardır: “Ben bütün canlıları rızıklandıran Rezzak’ın bir ihsanıyım.”

İnsanların şirke düşmemeleri için Cenab-ı Hak bütün varlık âleminde birlik mühürleri koymuştur.

Bir ağacın yüzlerce dalı, binlerce yaprağı, çiçeği, meyvesi olabilir. Bu çokluk tevhid edilir ve binlerce şey bir tek kelimede toplanır: Ağaç.

Ağacı bir bütün olarak gören ve değerlendiren kimse, onun bazı dallarını yahut bir kısım meyvelerini farklı ilahlara isnad edemez. Bir ağacın iki ilahı olmaz. O ağacın çekirdeğine bütün ağacın planını kim koymuşsa, ağacı o plana göre yaratan da odur; başkası olamaz.

Biz bir ağacın tümünü birlikte görebiliyoruz ve rahatlıkla diyoruz ki, bu ağacın tamamı bir elden çıkmıştır. Ama o ağacın bir dalında yol alan bir karıncayı bir an için akıllı farz etsek, aynı net kararı ondan bekleyemeyiz. Onun nazarı ağacın tümünü ihata edemediğinden farklı dalları değişik zatların eseri kabul etme hatasına düşebilir.

İşte, bütün varlık âlemini görmemiz ve bilmemiz mümkün olmadığından bizlerin de böyle bir aldanmaya düşmememiz için Cenab-ı Hak, lütfuyla, eşya arasında münasebetler kurmuş ve tevhidin delillerini her şey üstüne koymuştur.

"Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halk eden, her şeyi halk etmiştir.” (Mesnevî-i Nuriye, Nokta)

Odamızda el yapımı üç çeşit çiçek bulunsun. Bunların her birini ayrı bir kişi yapmış olabilir. Zira aralarında gözle görülür bir müştereklik yoktur. Ama yeryüzü bahçesindeki yüz binlerle farklı çiçeğin aynı kudretle yaratıldığı ve aynı hikmetle tanzim edildiği çok açıktır. Hepsi toprakta bitmişler, hepsi sulanmışlar, hepsi güneş ışığından faydalanmışlar, hepsi açmak için baharı beklemişlerdir. O halde bahar mevsimi ve bu unsurlar kimin emrinde ise bütün çiçekler de onun eseridir.

İki çiçeğin iki ayrı ilaha isnad edilebilmesi için, bu ilahların her birinin ayrı bir güneşi, ayrı bir baharı, kısacası, ayrı bir kâinatı olması gerekir.

İşte mü’minler, Kur’ân’ın talimiyle, kâinat kitabını ve ondaki böyle nice mühürleri rahatlıkla okur ve bütün eşyanın bir tek Zât’ın mülkü, sanatı, eseri olduğuna şüphesiz inanırlar.

Üstad Hazretlerinin yukarıda ifade ettiği gibi, kâinat bir maldır, bu malın kime ait olduğu iki şekilde anlaşılır:

Birisi; araştırmadan, tahkik ve tedkik etmeden, her bir şey üstünde Allah’ın imza ve mühürleri hükmünde olan sanatlarını okumadan, "Bu kâinat Allah’ındır" demektir ki, bu taklidî ve zahirî bir imandır. Bu iman felsefe ve inkârcı fikir karşısında tutunamaz, imanını muhafaza edemez. Çabuk şüphe ve inkâra düşebilir. İmanın o harika kuvveti ve meziyetleri bu taklidî imanda görünmez.

Bu taklidî imanda insanın mühim esasları ve azaları olan kalb, ruh, vicdan, duygular imandan tam manası ile nasiplenip, beslenemez. İman bu aza ve esaslarda perçinlenip kökleşmez. Bu yüzden çıkıp gitmesi kolaydır, az bir şüphe ve inkâr karşısında dayanamaz, çabuk söner.

Mum bir ışık kaynağıdır ancak az bir rüzgâr ile sönebilir. El feneri de ışık saçar, o da pili bitince söner. Kullandığımız elektrik de bir ışıktır, sigortanın atmasıyla o da söner. İman güneş gibi olmalıdır ki, ne rüzgârla, ne de sigorta atmasıyla sönmesin.

İmanda artma ve azalma olmaz ancak imanın kuvvetli ve zayıf olması söz konusudur. İmanın keyfiyet olarak zerreden güneşe kadar dereceleri vardır. Güneş camda da tecelli eder okyanusta da.

Aynı şekilde mahiyet itibariyle bir damla da sudur, okyanus da. Peygamber Efendimizin (asm.) imanı bir okyanus ise, bir mürşidin imanı bir nehir, başka bir mü’minin ki de bir katre kadardır. İman ancak marifet, ibadet ve tefekkür ile ziyadeleşir, kuvvetlenir

İkincisini; Üstad Hazretleri, “tevhid-i hakikîdir ki, her şey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle..." diye tarif ediyor.

"Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı, inşaallah imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir, daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, 'Bir pencere bana kâfi geldi, yeter.' diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, her bir Pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır."(2)

Üstad Hazretleri burada da imanın taklitten başlayıp nihayetsiz terakki ve mertebelerinin olduğuna işaret ediyor. İmanın çekirdekten ağaca kadar çok mertebe ve dereceleri vardır. Risale-i Nurlar çekirdek mesabesinde olan imanı ağaç ve mükemmel hale getirebilir. Risale-i Nur'da iman ve marifetin hadsiz mertebeleri mevcuttur.

İmanın tahkik ve derecesi ilim ve marifet ile inkişaf eder. Tahkikî iman ilim ve marifetin bir neticesidir. Ami ve avam olan bir insanın imanı kavî ve kuvvetli olabilir; lakin tahkikî olmaz. Tahkik tamamı ile marifet ve ilim ile alakalı bir durumdur. Üstad Hazretleri bu manaya şu ibareler ile işaret ediyor: "İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar." Demek insanın imanının kavi olması tahkikî olduğu manasına gelmiyor. Taklit ile kavilik iç içe olabiliyor. Ama tahkikî iman bambaşka bir şeydir. İmanı kavi ama taklidî olanın imanı tahkikî olmayabilir. Bu yüzden benim imanın kavi demek kâfi değildir, tahkikiye çevirmek gerekir.

Tahkikî imanın da kendi içinde birçok derecesi ve mertebesi var. Üstad Hazretleri bu manaya yukarıda şöyle işaret ediyor: İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir,.."

"İ'lemeyyühe'l-aziz! Zâhir ile bâtın arasında müşabehet varsa da hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır."

"Meselâ, âmiyâne olan tevhid-i zâhirî, hiçbir şeyi Allah'ın gayrısına isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy sehil ve basittir. Ehl-i hakikatin hakikî tevhidleri ise, her şeyi Cenab-ı Hakka isnad etmekle beraber, her şeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu huzuru ispat, gafleti nefyeder."(3)

Bu derste zâhir ve bâtın kelimeleri, “tevhid-i zâhirî” ve “tevhid-i hakikî” manasında kullanılmış bulunuyor. Buna göre bunlar arasındaki müşabehet (benzerlik) her ikisinin de tevhidi ifade etmesidir. Yani, her ikisinde de “lâ ilahe illallah” denilmekte, Allah’tan başka hak Ma’bud olmadığına inanılmaktadır. Ancak, birincisi âmiyanedir. İlim tahsil etmemiş böyle bir âmi insan da; “hiçbir şeyi Allah’ın gayrisine isnad etmemek”le birlikte, yanlış düşüncelere kaymaya ve şüphelere düşmeye bir derece açıktır.

Yirmi İkinci Söz’de bu konu işlenirken, bir temsil getirilir ve “Böyle âmi bir adamın nezâretinde çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahip çıkabilir.” ifadesi kullanılır.

Bütün batıl inançlar temsildeki hırsızlardandır. Meselâ, Hıristiyan’ların teslis inancı en büyük bir hırsızlıktır. Hz. Meryem’e ve Hz. İsa’ya (as.) ulûhiyet vermekle tevhid inancından sapmış, bir nevi hırsızlık yapmışlardır. Bazılarının, Allah’ı sadece hayırların yaratıcısı olarak kabul edip, şerlerin yaratılışını başkalara isnad etmeleri de bir başka hırsızlıktır.

O âmi insan her varlık üzerindeki tevhid mühürlerini okuyamadığı için bu gibi yanlış fikirlere yahut batıl inançlara kapılma tehlikesine maruzdur. Ama okuma bilen kişi bu kâinatı bir tek saray, yahut tek bir fabrika gibi değerlendirir ve ondan çıkan mahsuller üzerindeki şu mührü rahatlıkla okur: “Her şey her şeyle bağlıdır. Her şeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz.”

Tahkikî iman her şey üzerinde Allah’ın tasarruf ve rububiyetini görüp tasdik etmek, tefekkür etmek ve fikir yürütmek olduğu için, burada bir terakki ve tekemmül vardır. Ama taklidî imanda sabit bir fikir olduğu için, ne huzur kazanılır ne de gaflet izale edilir.

Risale-i Nur Kur'an'ın hakikatli ve manevî bir tefsiri olmasından, halis nurdur. Onunla meşgul olan kişilerin aklını, kalbini ve ruhunu Kur'an’dan aldığı nurla aydınlatır, hakka ulaştırır.

Aklın nurlanması ise, kâinata ve içindeki hâdiselere Kur’an'ın nazarı ve vechesi ile bakmaktır. Meselâ; imanın nuru ve Kur’anın nazarı ile bakılınca, ölümün bir hiçlik ve yokluk olmadığını, ebedî hayatın bir başlangıcı olduğu anlaşılır. Risale-i Nur Kur’an'dan aldığı feyiz ile kat’î delillerle akla gösteriyor. Bunu bir akıl nurlanması olarak anlayabiliriz.

Kalbin nurlanması ise, baştan sona Risale-i Nur'un verdiği tahkikî ve tefekkürî derslerin neticesinde kalbin tahkikî iman ile dolup marifetullah ve muhabbetullahda terakki etmesidir. Kalbin içindeki hastalıkların şifa bulup, Allah’ın aşkı ile cilalanması ve parlaması hep o hakikatli ve nuranî derslerin bir neticesi ve meyvesidir.

Ruhun nurlanması ise, tıpkı akıl ve kalb gibi o imanî derslerle ruhun kuvvet bulup, incelip nuraniyet kazanması ve davranışlara aksetmesidir. Mesela ruhu latif ve nuranî olan bir mü’min hayattan tam lezzet alır. Dünyanın hiçbir hâdisatı onu sıkmaz, insanlara karşı müşfik ve adaletli olur.

Hulasa; Risale-i Nurlar baştan sona kadar tahkikî ve hakikî iman dersini veriyor. Tahkikî iman ise, insanın kabre iman ile girmesine, ebedî saadete mazhar olmasına ve cennette çok mertebeler kazanmasına vesile oluyor. İnsanın aklına gelen vehim ve şüpheler de ancak böyle bir iman ile giderilebilir. Risale-i Nurlar sadece Allah’a iman esasını değil, imanın diğer beş esasını da aynı şekilde akla ve kalbe ispat edip kabul ettiriyor. Şartsız ve gönül huzuru ile kabul edilebilecek bir iman ancak bu suretle elde edilebilir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz., İkinci Makam.
(2) bk. a.g.e., Otuz Üçüncü Söz, İhtar.
(3) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 4.545
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...