"İmkânsız", "İmtina", "Muhal" ne demektir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

İmkânsız: İmkânın zıddıdır. Yani imkân mümkün olmak, olacak halde bulunmak manasına gelirken, imkânsız mümkün olmayan, olması muhal olan demektir.

İmtina: Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. Meselâ, bir kimse kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında "Bu benim oğlumdur" diye iddia etse, kimse inanmaz. Çünkü kendinden yaşça büyük bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.

Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün olmayan, bâtıl, boş söz, hurafe olan bakış açısı gibi manalara gelmektedir.

Görüldüğü gibi imtina ile muhal arasında çok büyük bir anlam farkı bulunmuyor. Risale-i Nur'un karakteristik bir özelliği, birbirine muadil ya da yakın kelimeleri teyit ve tekit için sıralamaktır.

Muhal: İmkânsız, olması mümkün olmayan, batıl düşünce, boş söz ve hurafe gibi manalara gelmektedir. Mesela, mahlûk olan bir şeyin İlah olması muhal olduğu gibi, İlah’ın mahlûk olması da muhal bir şeydir.

"Eğer tabiata ve esbaba isnat etsen, imtinâ derecesinde suûbetli ve muhal derecesinde müşkülâtlı ve hiçbir vehim kabul etmeyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki, tabiat için ya herbir cüz toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada milyarlarca madenî matbaalar ve hadsiz mânevî fabrikalar bulunması lâzım tâ ki, hesapsız çiçekli, meyveli masnuâtın teşekkülâtına mazhar olabilsin..."(1)

Bu gibi kavramlar arka arkaya sıralanıyorsa, bu, teyit ve tekit içindir. Muhatabın ruh dünyasına itminan vermek içindir.

Bu üç kelime de birbirleriyle aynı manadadır, denilebilir.

(1) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 12.933
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

Ömernur4040

İmtina ile mümteni aynı şeymi aynı manayı mı temsil ediyorlar yoksa ince bir farkı var mı

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)
İmtina bir şeyin imkânsızlığı anlamına gelen aklî hükümlerden birisidir. Kelâm, mantık ve fıkıh ilimlerinde kullanılan bir terimdir ve bu manası ile mümteni ile aynı anlama geliyor. 
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
nurcu56

"İmkân-i zati", "imkân-i zihni", "imkân-i muhal", "farz-i muhal" ve "vehim" arasındaki ince farkları izah eder misiniz?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)

İmkân-ı Zati: Bir şeyin aslında mümkün olma demektir. Bir şeyin alabileceği ve olabileceği mümkün haller.

Meselâ; Karadeniz zatında pekmez denizine dönüşebilir. Allah dilerse Karadeniz’i pekmez haline dönüştürebilir. Bu zatında mümkündür, yani olması mümkün bir şeydir.

Bir de zatında muhal olma hali vardır; yani hiçbir zaman olması mümkün olmayan şeylere denir. Meselâ; bir insanın ulûhiyet kazanması, zatında mümkün olmayan bir şeydir. Mahlûkat hiçbir zaman ulûhiyet vasfı kazanamaz. Bu zatında mümkün olamayan bir şeydir. İmkân-i zati, imkân-ı muhalin zıddıdır.

İmkân-i Zihni: Zatında mümkün olan bir şeyin, zihnen olmuş gibi kabul edilmesi halidir. Bir şeyin insanın zihninde alabileceği tüm ihtimaller ve imkânlar.

Bir şeyin zatında mümkün olması zihnen de olmasını gerektirmez. Bizim bir şeyi zihnen kabul etmemiz bir delil ve burhan ile olabilir. Yeryüzündeki bütün elmalar zatı itibari ile portakal olabilirler. Yani Allah isterse o elmaları portakala çevirebilir, bu O’nun için kolay bir şeydir. Şimdi bu ihtimali olmuş gibi kabul edip “yeryüzünde elma diye bir meyve yoktur, onların hepsi portakal oldu” diyemeyiz. Zira elmaların portakala dönüştüğüne dair elimizde bir delil ve işaret yoktur.

Bu misalde olduğu gibi, imanın altı şartında da imkân-ı zati noktasından çok şek ve şüpheler ortaya çıkabilir. Bu gibi şek ve şüphelerin zatında mümkün olması imanın yakinine ve katiliğine bir zarar vermez. Zira,

  اِنَّ اْلاِمْكَانَ الذَّاتِىَ لاَيُنَافِى الْيَقِينَ الْعِلْمِىَ  “İmkân-ı zatî, yakîn-î ilmîye aykırı değildir.”

Yani bir şeyin zatında olma ihtimali, onun kat’i ve kesin olarak olduğu manasına gelmez. Öyle ise "ya olursa" demenin hiçbir manası ve mantığı yoktur. Hükümler ancak sağlam delillerle sabit olur, yoksa aklımıza gelen her şeye hakikat nazarı ile bakarsak ortada ilim ve hakikat diye bir şey kalmaz.

Meselâ; Karadeniz’in pekmez olmasını zatında mümkündür diye, zihnen de pekmez kabul etmek, akli bir hastalıktır. Bir şeyin zatında mümkün olması, zihnen de olmasını gerektirmez. Bizim bir şeyi zihnen kabul etmemiz, bir delil ve burhan ile olabilir. Yani delil ve işaretler Karadeniz’in pekmeze dönüştüğünü gösteriyor ise, ancak o zaman zihnen onun pekmez olduğunu kabul ederiz. Yoksa delilsiz ve işaretsiz, zatında mümkündür diye onu pekmez olarak kabul etmemiz, zihni bir hastalıktır. Bu yüzden imkân-ı zati ile imkân-ı zihniyi karıştırmamak gerekir.

Üstadımız bu konuyu çok mükemmel işliyor ve bu konuda iki misal veriyor:

"Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbirine iltibas eder. Yani, bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki, ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki; imkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zarûret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz'in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki, yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz; ve o ihtimâl-i imkânî ve imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ, şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün gurûb etmesin veya yarın tulû etmesin. Halbuki, bu imkân, yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez."(21.Söz)

Meselâ,  Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki, zâtında mümkündür ki, o deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinattandır. Bu imkân-ı zâtî, madem bir emâreden neş'et etmiyor; zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun. Çünkü, yine ilm-i usul-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki, "Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki şüphe verip ehemmiyeti olsun." (13.Lema)

Ankara'ya gidecek birisi, "Ankara şimdi batmış olabilir" diyerek, gitmekten vazgeçse, bir balıkçı "Şu an Karadeniz pekmez olmuştur, öyle ise balığa çıkmak yersizdir" deyip çıkmasa, hayat zehir olur ve çekilmez bir hale dönüşür. Yani kâinatta sabit bir ilim kalmaz, her şey karmakarışık bir vaziyet alır. Bu da zihi bir anarşiye yol açar. 

İmkân-ı Muhal: Olması asla mümkün olmayan şey demektir.

Meselâ; bir insanın Allah’ın ezelî ve ebedî bir sıfatı ile vasıflanması, sonsuz kudrete sahip olması, imkân-ı muhaldir, yani olması asla mümkün değildir bir şey demektir.

Allah’ın şeriki, mümteni-ül vücuddur, yani olması imkânsızdır. Keza, ne tek, ne de çift olmayan bir sayı bulunması da muhaldir.

Farz-ı Muhal: Olması imkânsız olan bir şeyi olmuş gibi kabul edip, farklı ve zıt manalarını düşünmek ve onun mümkün olmayacağını akla yaklaştırmaktır. Yani farazi şeyler üzerinden giderek, batılın imkânsızlığını ispatlamaktır.

Meselâ; farz-ı muhal olarak elmayı, elma ağacı icat etse idi, “şöyle olmazdı, böyle imkânsız olurdu”, deyip sebeplerin yaratma vasfından ne kadar uzak olduğunu göstermeye çalışmaktır. Risale-i Nurlarda bu metot çokça kullanılır.

Vehim: Kelime olarak müphem ve mânasız korku, belirsiz fikir ve düşünce manalarına geliyor. Aynı zamanda cüz'i ve ince mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti. Günümüzün tabiri ile asılsız ve mesnetsiz kuruntu demektir. Akıl ve iradenin terbiyesine girmeyen ve insanı sürekli taciz eden bir duygudur.

İnsan bu duygu sayesinde fikren ve manen teyakkuzda olur ve terakki eder. Bu duygunun esiri olmamak kaydı ile insana faydalıdır. Akıl ve kalp itminan bulsa da bu vehim kuvveti kolay kolay teslim-i silah etmez. Ancak ilimde ve imanda yüksek makam sahibi zatlar, bu duyguyu teslim-i silaha mecbur ediyorlar. Yani vehim de tıpkı farz-ı muhal gibi hakikati olmayan asılsız zihni bir düşünceden ibarettir.

Yerçekimi kanunu, şu anki işleyen hali ile yakin-i ilmidir. Yani ilmî bir hakikattir, inkârı mümkün değildir. Ama zatı itibari ile bu kanun yok da olabilir, başka bir kanuna da dönüştürülebilir. Lakin yokluğuna veya başka bir kanuna dönüştüğüne dair elimizde kati bir delil ve işaret yoktur. Öyle ise onun varlığından şüphe etmek, ya da sırf olabilir ihtimali ile onu farklı bir kanun olarak düşünmek, zihni bir hastalık ve vehimdir. Bu kanunun zıt durumlarını zihinde hayali ve fikri olarak düşünmek ise farz-ı muhaldir.

Kuvve-i vahime (vehim duygusu)  bazen yanlış anlaşılıyor. Vehim denilince aslı esası olmayan bir şeyi var zannetmek akla geliyor ve bunun müstakil bir kuvve olması anlaşılamıyor.

Nur Külliyatı’ndan Ene bahsi bu kuvve üzerine bina edilmiştir. İnsan kendi eli için benim elim derken bunu vehim kuvvetiyle söylemektedir. Zira aklen bilmektedir ki o el onun değildir, kendisine emanettir. Elin Sanii ve sahibi Allah’tır, insan onu bir ömür boyu emaneten kullanmaktadır.

“Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir malikiyet, bir kudret, bir ilim, tasavvur eder, bir had çizer. …” (Sözler)

“Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir.” (Mesnevî-i Nuriye)

Keza, insanın hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışması da kuvve-i vahime iledir. Yoksa her insan aklen bilmektedir ki, hayat yolculuğunun sonu ölüme çıkar.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...