"İnsan, hikmetle yapılmış bir masnûdur. Ve Sâniin gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delâletle, sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir..." Bu İ'lem'i izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. Ve Sâniin gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîre olduğu gibi öyle bir fiilin mahsülüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor. Öyle bir in'am ve ihsanın kesifidir ki, bütün hacatına vâkıftır. Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve münasib şeyleri bilir."

"Bu malûmat ile her şeyin mâliki olan Mâlik'inden nasıl tegafül eder ve bütün cinayetlerini bilen, hacatını gören, vaveylâlarını işiten Semi', Basîr, Alîm, Mucîb olarak üstünde bir Rakib'in bulunmamasını nasıl tevehhüm edebilir?"

"Ey nefs-i emmare! Ne için kendini hariç tevehhüm ediyorsun? Eğer evamire imtisal dairesinden çıkarsan, ya herkesin ayağını öpercesine müraat ve ihtiram etmeğe mecbur olursun. Veya ehemmiyet vermeyerek 'zalim-i ale'l-küll' olacaksın. Bu yük ağırdır, taşıyamıyacaksın. En iyisi, ecnebi olan şirki terk ile mülküllahın dairesine gir ki, rahat edesin. Ve illâ, sefineye binip yükünü arkasına alan ebleh adam gibi olacaksın."(1)

Burada geçen; “mücessem hikmet, ceset giymiş ilim, camidleşmiş kudret” gibi teşbihler, insanda bu mânaların çok açık seçik göründüğünü, hatta hangisini esas alarak insana baksak, sanki insanın “o sıfatın cisimleşmiş bir şekli gibi olduğunu” ders veriyor.

"Hikmet"ten başlayalım. Hikmet bir mânadır; fayda, gaye demektir, abesin yani yersizliğin, lüzumsuzluğun zıddıdır.

İnsana bu gözle baktığımızda, saçından tırnağına kadar her şeyiyle hikmeti gösterir. Saça ihtiyacımız vardır ve biz ondan fayda görürüz. Alnımızın saçsız olması da hikmettir, kaşlarımızın varlığı hikmettir, kirpiklerimizde hikmeti daha açık seyrederiz. Onlar siyah olmasalardı az bir ışıktan rahatsız olur, çevremizi göremezdik.

Kokular âlemiyle alâkamızı kuran burnumuz yine hikmeti gösterir. Alt çenemizin hareketli, üst çenemizin ise, sabit olması hikmettir, dişlerimizin hem kendileri hem de diziliş sıraları ve yerleri hikmetlidir. Kulağımız hikmetle yapılmıştır, bizi sesler âlemiyle buluşturur.

İnsan yüzünde hemen gördüğümüz bu hikmetleri, vücudumuzdaki bütün organların vazifeleri ve faydaları için de düşündüğümüzde, insan vücudunda hikmetsiz bir tek hücre, bir tek organ, bir tek damar olmadığını görürüz. Sanki “hikmet” cisim giymiş de “insan” olmuştur. İnsan, hikmeti o kadar açık ve net olarak göstermektedir.

“Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır” ifadesini de aynı şekilde değerlendirmemiz gerekir. Yani, insan, her şeyi bilen ve irade eden Allah’ın "ilim" sıfatını o kadar açık gösterir ki, sanki ilim ceset giymiş de insan olmuştur. Burada geçen ilim kelimesinin iki yönü vardır: Birisi o şeyin insana lazım olduğunu bilme, diğeri de o şeyi yapmayı bilme.

Bu ilimden sonra irade devreye girer, o şeyin yapılması ihtiyar edilir ve kudretin icraatıyla o şey yaratılır.

İhtiyar, tesadüfü reddeder. Yani, gözümüz tesadüfen olmuş; tesadüfen bu şekli almış, tesadüfen yüzümüzde olmuş, tesadüfen iki tane olmuş, tesadüfen göz kapaklarıyla koruma altına alınmış da değildir. Bunların her biri ihtiyarı, iradeyi gösterirler.

“İncimad etmiş bir kudret-i basîre” ifadesi, aynı hakikatin kudret için de söz konusu olduğunu nazara verir. İncimad, camidleşmek demektir. Bunun en bariz misali buzlardır. Buhar biraz katılaşınca su, daha da katılaşıp donunca buz olur. Buz, buharın incimad etmiş şeklidir.

İnsana, kudret sıfatı yönünden baktığımızda, onun bir yönüyle sırf kudret olduğunu, kudretin sanki görünür bir hâl aldığını ve insan olarak kendini gösterdiğini anlarız. Doktorlarımızın bildirdiğine göre, insan bedeninde yüz trilyon kadar hücre ve her hücrede de yine yüz trilyon kadar atom varmış. Bu atomların her biri bir kudret hazinesi; parçalandıklarında ortaya harika bir kuvvet çıkıyor. Bu kadar çok atoma bu nazarla baktığımızda, sanki muazzam bir enerji incimad etmiş de insan olmuş deriz. “Basîre” kelimesi, bu kuvvetin kör bir kuvvet olmadığını, kendi başına ve sahipsiz bir güç olmadığını, insanı gören ve o kuvvetleri yaratan bir zatın emrinde olduğunu ders vermektedir.

Netice olarak, insana bir cihetten bakıyoruz, “ilim cisimleşmiş de insan olmuş” diyoruz. Bir başka cihetten bakıyoruz, iradeyi, ayrı bir cihette kudreti çok açık ve net olarak görebiliyoruz. Sanki insan bütün bu mânaların bir araya gelip cisim giymesiyle ortaya çıkmış gibi.

İnsanın ne kadar mükemmel bir eser olduğu, böylece nazara verildikten sonra, onun çok mühim bir yönüne dikkat çekiliyor:

"Öyle bir fiilin mahsülüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor."

İnsanda öyle bir istidat var ki, her konuda insanın önünü açıyor.

Dünyadaki meslekleri saymakla bitiremeyiz, bunların hepsini icra edenler insan. Demek ki, insan mühendis de olabiliyor, doktor da; fizikçi de olabiliyor, kimyacı da. Edebiyatçı da olabiliyor sanatkâr da.

Bu meşru meslekler yanında, yine sayılamayacak kadar da bozuk, karışık, haram işler var. İnsan bunların da her birine girebiliyor. Hırsız da oluyor, dolandırıcı da; katil de oluyor kumarbaz da; uyuşturucu ticareti de yapabiliyor, silah kaçakçılığı da.

Müsbet ve menfi bu kadar işleri görmeye açık olan bu kadar geniş bir istidat, insandan başka hiçbir varlıkta yok.

Meleklerin en büyüklerinden biri Cebrail’dir (as.). Ama o büyük melek isterse can alamıyor.

Hayvanlar âleminde de benzer bir tabloya şahit oluyoruz: Bir arı, istese ipek öremez, ipek böceği de bal yapamaz. Yani, her varlık ne için yaratılmışsa o işi görüyor. Sadece insana, kısmen de cinlere, imtihan olmalarının muktezası olarak, bir serbestiyet ve hürriyet tanınmış. İsterlerse iman edebiliyorlar, dilerlerse küfür yolunda gidebiliyorlar.

Tarih boyunca gelip geçmiş bütün insanları ve kıyamete kadar da gelecek insanları hayalen sıraya koyalım. Her birinin tek başına ayrı bir âlem olduğunu, her birinin karakter, meslek, ahlak, ilim, salih amel, takva ve ahlâk yönünden çok farklılık gösterdiğini görürüz. Bu farklılıklar cennetteki ayrı ayrı ihsan mertebelerini ve cehennemdeki farklı azap derecelerini netice verecekler.

Peygamberler, sahabeler, âlimler, mürşidler de insanlardan çıkmışlar, Nemrutlar, Firavunlar, Ebu Cehiller de.

Konunun devamında, insanı diğer canlılardan ayıran bir başka özelliği de şöyle ifade ediliyor:

"Öyle bir in'am ve ihsanın kesifidir ki, bütün hacatına vâkıftır."

İn’am; nimetin verilmesine deniliyor. İnsan bütünüyle hikmetle dokunduğu gibi, maddî ve manevî bütün cihazları da ona birer ilâhî ihsandır, in’amdır. Sanki Allah’ın ihsanları, ikramları kesifleşmiş de o olmuş.

Burada dikkat çekilen mühim bir nokta da, insanın kendi ihtiyaçlarını bilmesi; onları temin etmek için plan yapması, o plan üzere gayret göstermesidir. Bu vasıf da başka varlıklarda yok. Hayvanlar âlemi, ihtiyaçlarını düşünerek, planlayarak değil, İlâhî ilhamla görüyorlar.

Bir hayvan, bu noktada insandan o kadar geridir ki, ihtiyaçlarını bilmesi bir yana, kendi varlığı hakkında bile çok az şeye şuuru vardır. O da nefes alır, ama havaya ihtiyacını bilmez. O havanın ciğerlerine gittiğini bilmez; zira ciğerin ne olduğunu da bilmez. Gece olunca gözlerini kapar ve uyur. Ama geceye ve gündüze olan ihtiyacını bilmez. Aynı şekilde, dünyaya, güneşe, havaya, suya, mevsimlere muhtaç olduğunu da bilmez.

İnsanın, kendi iradesi dışında cereyan eden bu işlere muhtaç olduğunu bilmesi, onun için büyük bir şükür kapısı açıyor. “Bunların tümüne muhtacım ve yine bunların hiçbirini yapacak güce sahip değilim” diye düşünen insan, bütün bu icraatları yapan ve bütün bu varlıkları insana hizmet ettiren Rabbine küllî mânada bir şükürde bulunur.

Bir sonraki cümle de aynı mânayı destekler ve insana ihsan edilen dâhilî nimetlere dikkat çeker:

"Öyle bir kaderin tersim ettiği bir sûrettir ki, bünyesine lâzım ve münasib şeyleri bilir. Bu malûmat ile her şeyin mâliki olan Mâlik'inden nasıl teğafül eder?"

Tersim; resmetmek mânasına geliyor. Bir binanın maketi nasıl kurulmuşsa bina da ona göre yapılır. Bir ev hakkında, “Odaların sayıları, büyüklükleri, şekilleri, yükseklikleri niçin böyle olmuş?” diye sorsak, “Planı böyle çizilmiş de onun için?” cevabını alırız.

“Beden ruhun hanesi” olduğunu göre, bedenimizi de bu manada değerlendirebiliriz.

Elimiz niçin bu şekilde?

Kaderde öyle planlanmış, öyle resmedilmiş de onun için!

Yüzümde niçin iki göz var ve şekilleri neden böyle?

Kaderde öyle tersim edildiği için!..

İnsanın tüm vücudu gibi, her bir organı da İlâhî kaderde nasıl planlanmışsa, İlâhî kudretle öyle yaratılıyor.

Böyle üstün bir yaratılışa sahip olan insan, "… bütün cinayetlerini bilen, hacatını gören, vaveylâlarını işiten Semi', Basîr, Alîm, Mucîb olarak üstünde bir Rakib'in bulunmamasını nasıl tevehhüm edebilir?"

Rakîb; “murakabe eden, her varlığı ve her işi görüp gözeten, teftiş eden, kontrol eden” gibi mânalara geliyor. Bu kelimenin geniş bir kullanım sahası olmakla birlikte, daha çok, malî teftişleri hatırlatıyor.

İnsana takılan o paha biçilmez istidat ve ona verilen ömür sermayesi de teftişten nasiplerini alacaklar. Allah’ın bir ismi de Rakîb, yani murakabe eden.

Nefeslerimiz sayılı olduğu gibi, lokmalarımız da sayılı…

Düşüncelerimiz de sayılı.

Kurduğumuz hayaller, yaptığımız konuşmalar da sayılı.

Attığımız adımlar, harcadığımız paralar da sayılı.

Bunların hepsi Allah’ın murakabesi altında.

Bütün bu kıymetli sermayelerden hesaba çekilmeyeceğimiz düşünülemez, hatta tevehhüm bile edilemez.

Ve o Rakîb, hem her şeyi işiten, gören, bilen bir Rakîb, hem de Mucîb…Tövbeleri ve dualarımızı işiten bir Rakîb...

Bir Rakîb var ve biz O’nun murakabesi altındayız. Günah ve sevabımızı yazan melekler, bu murakabenin kâtipliğini yapıyorlar.

Şehîd; her şeye şâhid olan, her şeyi hakkıyla gören, bilen ve muamelesini de buna göre yapan demektir.

Basîr; gizli-açık her şeyi bütün incelikleriyle gören demektir.

Allah’ın bütün sıfatları gibi görmesi ve işitmesi de küllîdir, mutlaktır ve sonsuzdur. Yani, her şeyi birlikte görür ve işitir. İnsan, karşısındaki şahsın derisinin altını göremediği gibi, kafasında taşıdığı düşünceleri ve kalbinde beslediği arzuları da göremez ve işitemez. Görmesi ışıkla, mesafeyle ve maddî engellerle sınırlıdır, işitmesi de belli frekanslar arasında gerçekleşebilir.

Bu ilâhî isimleri düşünen bir mü’min, bütün eşyayı birlikte görmenin ve bütün sesleri beraber işitmenin ancak Allah’a mahsus olduğunu hatırlar. Ayrıca, yaptığı her işin görüldüğünü, söylediği her sözün işitildiğini düşünerek bu sermayelerini daha dikkatle harcamaya çalışır.

İnsan, kendisine ihsan edilen bu nimetler sayesinde, hem Rabbinin Semi’ ve Basîr olduğunu bilme şerefine erer, hem de renk, şekil ve sesler âlemlerinde tecelli eden ilâhî sanatları hayret ve hayranlıkla tefekkür eder.

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 13.637
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...