"İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlit eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazi bir şirkten korkmuşlar." İzah eder misiniz?
- Çok büyük günahlar ve cinayetler; mahiyeti itibariyle mevhum olan zayıf bir keyfiyete bağlanıyor. Bu meselenin anlaşılmasını kolaylaştıracak bir iki misal verebilir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Enaniyet, insanın benliği, mahiyeti, şahsiyeti olup insan ruhunun kendi istidadına konulan sıfatlara ve sair manevi cihazata sahip çıkma vasfı taşımasından kaynaklanmaktadır. Bu enaniyetle insan, daha önce de ifade edildiği gibi, o mükemmel istidadını Allah’ın varlığını, birliğini, sıfat ve şuunatını bilmeye vesile edebileceği gibi,“kendini kendine malik zannederek hakimiyet tevehhümünde” de bulunabilmektedir. İnsanın kendi varlığı da sıfatları da vehim değildir, vehim olan bunları kendisine mal etmesidir. Bu büyük yanlışı işlemek eneyi firavunlaştırır, Allah’ın hükümlerine karşı mübareze etme cinayetine sürükler. İşte, "semavat ve arz ve cibal tedehhüş" ettikleri cihet enenin bu cihetidir.
Kader Risalesi’nde izah edildiği gibi, hayır olsun şer olsun her şeyi yaratan Allah’tır. İnsanın elinde bulunan cüz’i ihtiyarinin kullanılma şeklinden çok farklı neticeler doğmaktadır; biri ebedî cenneti, diğeri ise ebedî cehennemi netice vermektedir.
Bu büyük neticeler enenin doğru veya yanlış kullanılmasına dayanır. Mesela; göz küçük bir yağ parçasıdır, baktığımızda bir çakıl taşını da içine alır, dağı da denizi de... İnsanın cüz’î iradesi de cennet, rıza, kurbiyet gibi çok ulvi gayelere yönelebildiği gibi, çok cüz’î, hakir, basit şeylere de teveccüh edebilmektedir. Burada aletin küçüklüğü değil, neticenin büyüklüğü önemlidir.
İnsanın iradesi gibi kudreti de cüz’îdir, ama insan bu cüz’î kudret sayesinde, yani onu doğru kullanmakla Allah’ın kudretinin sonsuzluğunu bilebilmektedir. Diğer ilahi sıfatlar da sonsuz ve mutlaktır. İnsan, enaniyetini doğru kullanmakla, yani kendindeki sıfatları vahid-i kıyasi yapmakla ilahi sıfatları mutlak ve sonsuz olarak tanımaktadır.
İnsan sahip olduğu bu cüz’î ve farazi hatlar ile kıyas yaparak, Allah'ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
İnsana marifet kapılarını açan ve onu nihayetsiz makamlara çıkaran, enenin müsbet ve hayır yüzüdür.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
SEMAVAT ARZ VE CİBAL CAMİD OLDUKLARI HALDE FARAZİ BİR ŞİRKTEN KORKMALARI NASIL ANLAŞILIR
"Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor."Ahzab, 72
Burada emanetin göklere, yere ve dağlara arz edilmesinde bir çok nükteler var biz bir kaçına işaret etmeye çalışalım.
Birincisi emanetin göklere, yere ve dağlara arz edilmesi insanın gerek yaratılış açısından gerek vazife ve sorumluluk açısından göklerden, yerden ve dağlardan daha büyük daha önemli bir mevkide olduğuna ima var.
Yani âyet-i kerime ile insanın semalardan yüksek olan ehemmiyeti ve kâinatı çok gerilerde bırakan ulvî bir vazifesi beyan edilerek, insanoğluna küçük şeylerin peşinde koşmaması tavsiye edilmekte. Aksi hâlde, kendisine verilen kabiliyetleri yerinde kullanmayarak onlara mânen zulmedeceği ve cenneti bırakıp cehennemi satın alacağı için de câhil olacağı ders verilmektedir.
İkincisi ayette bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz yani emanetin göklere, yere ve dağlara arz edilmesi hakiki değil temsil ve teşbihten ibaret olup insanın nasıl bir yükün altına girdiği bu yolla ifade ediliyor. Yer, gök ve dağ metaforları burada vazifenin ağırlığını ve azametini ifade etmek için kullanılıyorlar.
Üçüncüsü ayeti bazı tefsirciler hakiki mânasıyla alarak “Allah’ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibariyle bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği için emaneti yüklendiğini” söylemiş, böyle anlamışlardır.
Ancak müfessirlerin genel tercihi bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.