"Küfür iki kısımdır. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz'ânı yoktur." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

“Bilir, lakin kabul etmez:” Bu şube Peygamber Efendimiz (asm)’ı genel hatları ile bilip de kabul etmemeyi ifade ediyor.

“Yakîni var, lakin itikadı yoktur.”

Yakîn, bir şeyi ilmen kesin bilmek demektir. Mekkeli müşrikler Peygamber Efendimiz (asm)’ı öz oğulları gibi tanıdıkları, her haline vakıf oldukları, bütün güzellikleri ile bildikleri “Muhammedü’l-Emin” dedikleri halde, peygamber olduğuna iman etmiyorlardı. Bir şeyi kesin bilmek yetmez, ona kalp ile inanmak da gerekir. Habib-i Kibriya Efendimizin hakkaniyetine binlerce kat’î ve kesin delillerle yakîn kazanmışlardı. Ama onlar inat ve kibirlerinden dolayı iman etmediler.

İtikad ise: Kalben o şeyi tasdik etmek demektir. Bir şey ilmî açıdan kesinlik kazansa bile, insan o şeye inanmayabilir. İnanmayışının sebepleri farklı olabilir. Bazen inat, bazen taassub, bazen kibir ve haset v.b. sebepler olabilir.

“Tasdiki var, lâkin vicdanî iz´anı yoktur.”

Mekkeli müşrikler Peygamber Efendimizin (asm) üstün ahlak sahibi, doğru sözlü ve mümtaz bir zat olduğunu tasdik ve kabul ediyorlardı. Lakin iş iman etmeye geldiği zaman, imandan kaçıyorlardı.

Bunun sebebi; insanın kalbindeki tasdiki teşkil eden ve şekillendiren iki kaynaktır:

Birisi; vicdandan gelen, hissiyattan hâsıl olan iz’an ve idraktir.

Diğeri ise, dimağdan akseden fikirlerdir. Bu ikisi, kalpte birleşir, ondan sonra tasdik kıvamına gelir. Bu gibi kâfirlerde dimağdan, yani akıldan gelen kat’î ve kesin bir ilim ve delil varken, vicdan kaynağından gelen iz’an ve idrak olmadığı için, tasdik kıvam bulamıyor ve inkâra sapıyor.

Habib-i Edib Efendimiz (a.s.m)'in her halinin hakkaniyetine bir şahid olduğuna onlar da akıl itibarı ile hâkimlerdi. Lakin vicdanları kokuştuğu için kabullenemiyorlardı. O zaman da iman gerçekleşmiyor. Meselâ; Ebu Cehil'in şu itirafı meseleye ışık tutar:

"Ben onun hak nebi olduğunu biliyorum ama neden onun gibi yetim birine nebilik veriliyor da benim gibi zengin, itibarlı birisine verilmiyor?" diye inkâr ediyordu.

Buradaki bilme meselesini; bilmenin zayıftan kuvvetliye doğru bir sıralanışı olarak değerlendirebiliriz. Yani Peygamber Efendimizi (a.s.m) inkâr edenlerin bilme dereceleri hulasa ediliyor. Bu müşriklerden öyleleri var ki; Peygamber Efendimize (a.s.m) olan vukufiyeti ile iman arasında sadece ince bir kalbî tasdik duruyor. Hatta imana meyledip etrafındaki inkârcıların baskıdan ve kınamasından korktuğu için tekrar küfre girenler bile var. Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m) amcası Ebu Talib bunlardan en meşhurudur. Benzer bir şekilde Kur’an bu tip kâfirlerin ruh halini şu şekilde tasvir ediyor:

"15. Hâlâ da açgözlülükle imkânlarını daha da artırmama hevesleniyor.

16. Hiç heveslenmesin! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatçı kesildi.

17. Ben de onu sarp mı sarp bir yokuşa sardıracağım.

18. O düşündü, ölçtü, biçti...

19. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti!

20. Hay kahrolası! Nasıl, nasıl da ölçtü biçti!

21. Sonra baktı...

22. Derken suratını astı, kaşlarını çattı...

23. Sonra da sırtını döndü, kibirinden kabardı, arkasına bakmadan çekip gitti!

24. 'Bu, büyücülerden nakledilen büyüden ibarettir.' dedi.

25. 'Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir.' dedi." (Müddessir, 74/15-25)

Bu âyetler, Hz. Peygamber (a.s.m) aleyhinde “sihirbaz” diye propaganda yapan, Kureyş’in liderlerinden Velîd b. Muğîre ve benzerleri hakkında indirilmiştir. Onun on oğlu vardı ki Halid b. Velîd (r.a) onlardan biridir.

Velîd aslında Kur’ân’dan çok etkilenen, meşhur bir edib idi. Kur’ân’ın, beşer üstü bir taraftan geldiğini de vicdanında hissediyordu. Fakat toplumdaki itibarını kaybetmemek için, Kur’ân hakkında ne diyeceğini şaşırmış, sonunda onun fevkalade tesirini “sihir” diye tavsif etmişti.

“Küfür iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz'ânı yoktur...” (1)

Cehilden gelen küfür iki kısımdır:

Birisi bilmediği için küfre giriyor. Buradaki cehil, hakiki manasında kullanılmıştır. Yani ilimsizlikten gelen bir haldir. Bu küfrü izale etmek kolaydır.

İkincisi ise bilerek, anlayarak, üzerinde kafa yorarak küfre giriyor. Buradaki cehil, kalbin tasdik etmemesinden gelen bir cehalettir. Yoksa bilmemekten, ilimsizlikten gelen bir cehalet değildir. Buna da mecazî cehil diyebiliriz. Zira cehilden kasıt, kalben tasdik etmemektir.

Küfrün bu ikinci şubesi, yani bildiği halde, ilmi olduğu halde inkâr etmek kısmı da kendi arasında üç kısım olarak değerlendirilmiştir. Buradaki kısımlar genel olarak; ilim ve bilmek arasındaki derece, kuvvet ve farka bakar.

"Birincisi bilir, lakin kabul etmez." Bu bilmek, diğer ikisine nazaran, ilim ve bilmek noktasından daha zayıftır ve alt derecededir; tıpkı ilmelyakin gibi. Ama tasdik etmediği için, bilmesi ona bir fayda vermez.

"İkincisi, yakin var, lakin itikadı yoktur." Yakin, bilmeye nisbeten daha kuvvetli bir kat'iyet ifade eder. Ittıladaki keskinliğe işaret eder. Mekke ehlinin, Hazret-i Peygambere (asm) olan ıttılaı gibi. Çünkü ona olan yakınlıkları, onun hafi ve ince hallerini bilmesine vasıtadır. Bu da, bir nevi aynelyakin gibi bir bilmeye bakar diyebiliriz. Lakin buna rağmen iman ve itikad etmiyorlar.

"Üçüncüsü: Tasdiki var, lakin vicdanî iz’anı yoktur." Burada artık bilmenin zirvesine çıkmıştır. Tıpkı hakkalyakin gibi, Ebu Talibin, yeğeni olan Hazret-i Muhammed’in (asm) en hafi haline olan vukufiyeti gibi. Ama kalben tasdik olmadığı için, iman sayılmaz. Onun için Ehl-i sünnet âlimleri Ebu Talibin yeğenine olan derin muhabbetini imandan saymamışlar.

"Kalb, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır." Yani, kalbi teşkil eden ve şekillendiren, vicdanın hissi iz’anı ve idraki ile dimağdan gelen, yani akıldan gelen ilimdir.

Demek, kalpte tasdik olması için, iki unsurun birleşmesi gerekiyor. Birisi, tam bulunsa diğeri olmasa o makbul bir tasdik olmaz.

Bu üçüncüsünde tasdikten maksat, dimağda ilmin ve bilmenin kâfi dereceye ulaşmasıdır, yoksa; kalpteki tasdik manasında değildir. O müşriklerin vicdanları kokuştuğu için akıldan gelen; kat’î deliller bir şey ifade edemiyor, iman etmeye kâfi gelmiyor. Akıl tasdik ediyor, ama vicdan ve kalp inkâr ediyor...

Semavî kitaplara ve peygamberlere kavuşan insan Allah’a iman eder, aklı, kalbi ve vicdanı böylece tatmin olur ve huzur bulur. Vahiy nurundan mahrum kalan insanlar ise vicdanlarındaki bu inanma ve ibadet etme ihtiyacını putlara tapmakla, onlara istinad etmek ve onlardan yardım dilemekle tatmin etmeye çalışırlar.

İslâm’dan hiç haberi olmayan bir kimseye güzel ahlâkın şubelerini saydığınızda vicdan bunların hepsini tasdik edecektir. Kötü ahlak şubelerinin ise hepsini reddedecektir. Meselâ, doğru söylemeyi kabul, yalanı reddedecektir, adaleti kabul edip zulmü reddedecektir. Alçakgönüllü olmayı kabul, kibirlenmeyi reddedecektir.

İşte bütün güzellikleri kabul ve kötülükleri reddetme fıtratında olan insan vicdanı en büyük güzellik olan imanı kabul, en ileri çirkinlik olan küfrü de reddeder.

1) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi, 6. Ayet Tefsiri.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 5.935
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...