"Dördüncüsü: Akıl tâtil-i eşgal etse de nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads -ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldir- daima onu tahrik eder..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
“Dördüncüsü: Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmâl etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads-ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldir-dâima onu tahrik eder. Hadsin muzâafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelânın muzâafı olan arzu ve onun muzâafı olan iştiyak ve onun muzâafı olan aşk-ı İlâhî, onu dâima marifet-i Zülcelâle sevk eder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-i câzibedarın cezbiyledir.”(1)
Eşyanın renklerini ve şekillerini gözümüzle, seslerini kulaklarımızla, faydalarını da aklımızla biliriz. Nice hakikatleri de vicdanen biliriz. Meselâ, hayatta olduğumuzu vicdanen biliriz, yani bu hakikati görerek, işiterek yahut deliller getirerek değil bizzat yaşayarak biliriz.
Üstat Hazretleri kalbi tarif ederken şöyle buyurur:
“Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”(2)
Demek ki, his âlemimizdeki hareketleri de yine vicdanen biliyoruz. Sevmemiz, korkmamız, endişe etmemiz, acımamız, şefkat göstermemiz kalbimizin vicdanî yönüyle olmaktadır; duyu organlarımızla yahut aklımızla değil.
Aynı şekilde, insan sonsuz âciz, sonsuz fakir olduğunu da yine vicdanen bilir. Bu sonsuz aczine ve fakrına rağmen hem iç organlarındaki bütün faaliyetlerden hem de kâinattaki sonsuz icraatlardan hiçbir endişe duymaksızın hayatını sürdürmesi, ancak vicdanın Allah’ı bilmesi ve insana sahipsiz olmadığını bildirmesi sayesindedir.
Semavî kitapları ve peygamberleri dinleyen insan Allah’a iman eder, aklı, kalbi ve vicdanı böylece tatmin olur ve huzur bulur. Vahiy nurundan mahrum kalan insanlar ise vicdanlarındaki bu inanma ve ibadet etme ihtiyacını putlara tapmakla, onlara istinad etmekle ve onlardan yardım dilemekle tatmin etmeye çalışırlar.
Şems Sûresinde Güneş'ten başlanarak bazı mahlûklara kasem edilir. Son olarak da nefse kasem edilir ve o nefsin temel özelliği şöylece nazara verilir:
“Sonra da ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene (andolsun ki)” (Şems, 91/8)
İnsanın yaratılışında fücuru ve takvayı, iyi ile kötü şeyleri ayırt etme özelliği vardır.
İnsan bunların birçoğunu vicdanen bilir. İslâm’dan hiç haberi olmayan bir kimseye güzel ahlâkın şubelerini saydığınızda vicdan bunların hepsini tasdik edecektir. Kötü ahlak şubelerinin ise hepsini reddedecektir. Meselâ, doğru söylemeyi kabul, yalanı reddedecektir, adaleti kabul edip zulmü reddedecektir. Tevazuyu kabul, kibirlenmeyi reddedecektir.
İşte bütün güzellikleri kabul ve kötülükleri reddetme fıtratında olan insan vicdanı en büyük güzellik olan imanı kabul, en ileri çirkinlik olan küfrü de reddeder. Şu var ki, aşırı derecede dünyaya dalan, sefahatten ve eğlenceden başka bir şey düşünemez hale gelen insanlarda bu vicdan takatten düşebilir ve görevini yapamaz hale gelebilir.
Bu risalenin başında tevhidin dört burhanı sayılmış ve Dördüncü burhan olarak “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur.” denilmiştir.
İnsanın fıtratı ve vicdanı da kaderin programı üzerine kurulmuş iki manevi yapıdır. Bu yüzden, insanın vicdanı daima Rabbini arar, O’na yönelir onunla mutmain olur. Yeryüzündeki bütün dinlerin ve inançların kaynağı da insanın bu vicdani ve fıtri özelliğinin bir neticesidir. Allah bu fıtri ve vicdani duyguları tatmin etmek ve hakikatle buluşturmak için peygamberlerini göndermiştir.
Vicdanın en mühim özelliği, insana sonsuz aciz ve fakir olarak yaratıldığını her zaman hatırlatıp onu, Halık’ını aramaya sevk etmesidir.
“Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuaını neşrederler.” (Mesnevi-i Nuriye)
“Akıl ta'til-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir.” (Mesnevi-i Nuriye)
“Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır.” (Mesnevi-i Nuriye)
Bundan dolayıdır ki, hiçbir insanın, vicdanından gelen “Necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun” gibi müthiş suallerin cevabını düşünmemesi ve onların cevabını bulmadan huzur ve rahata kavuşması mümkün değildir. Bazı kimseler zaman zaman vicdanlarını rahatsız eden bu gibi suallerin cevabını düşünmemeyi tercih ederler. Halbuki inanma hissi insanın fıtratında ve vicdanında dercedilmiştir. Bazıları da bu fıtri hissi teslis inancı gibi batıl inanışlara saparak bulmaya çalışmışlardır. Bir kısmı da insana ulûhiyet isnat etmiş, kimisi de kendileri gibi mahlûk olan güneşe, ateşe, nehire, yıldızlara ve sığıra taparak dalalete sapmışlardır.
Otuzuncu Söz’de geçen şu ifade bu konuyla yakından ilgilidir:
“Âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür...”
Meselâ, Allah’ın Kadîr olduğu ve kudretini bu âlemde tecelli ettirdiği söylendiğinde insan, kendisinde olan kudret sıfatı yardımıyla bu hakikate muhatap olabilir ve tasdik eder. Keza, Allah’ın nice nimetlerle insanlara ihsan ve merhametini gösterdiği haberi nefse ulaştığında, insan kendisine ihsan edilen merhamet duygusuyla bu ihsan manasını bir derece anlayabilir ve ilâhî merhamet haberini tasdik eder.
Vicdan da enenin bir yönüdür. Aynı manalar onun için de geçerlidir. Vicdan, gayb âlemine dair hakikatlerle görünen âlemdeki eşya ve hadiseler arasında ilgi kurabilir ve iki âlemin adeta bir buluşma noktası gibi olur.
Meselâ, Allah’ın zalimleri sevmediği haberini vicdan hemen tasdik eder. Zira görünen âlemde vuku bulan bütün zulüm sahnelerinden vicdan rahatsızdır. Bunun gibi, bütün çirkinliklerden nefret ve bütün güzelliklere muhabbet etmek fıtratında olan vicdan, başta Allah’a iman olmak üzere bütün güzellikleri sever ve yine başta küfür olmak üzere bütün kötülüklerden de nefret eder.
Her insan, vicdanındaki bu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad ile biliyor ki, ben birinin kudretine dayanıyorum da endişesiz yaşıyorum ve birisi benim bütün ihtiyaçlarımı görüyor da ben bu hayatımı rahatça sürdürüyorum.
İnsan fıtraten nihayetsiz aciz ve fakir yaratılmıştır; nihayetsiz acizliği ile nihayetsiz kudret sahibi olan Allah’a dayanma ihtiyacı hissederken, nihayetsiz fakirliği ile de sonsuz zengin olan Allah’tan yardım talep ediyor.
İşte insan bu iki duygunun penceresi ile Allah’ın varlığını, isim ve sıfatları ile hissedip tanıyor. Cenab-ı Hakk’a ne kadar muhtaç olduğunu vicdanen idrak ediyor; iman, ibadet, dua ve niyaz ile O’ndan dayanıyor ve O’ndan yardım istiyor.
“Hads-ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldir-dâima onu tahrik eder. Hadsin muzâafı olan ilham, onu daima tenvir eder...”
İnsan güzel bir manzara ile karşılaştığında hemen hayret eder. Bu hayret için insanın düşünmesi ve “Bu güzel bir manzaradır, buna hayret etmek gerekir” diye karar verip de sonra hayret etmesi gerekmez. Hads ile yâni sür’atli bir intikal ile bu safhaların hiçbirine uğranmaksızın o temaşa bir anda hayrete dönüşür. Bu hayretin altında vicdanın Allah’ı bilmesi vardır. Yani, o güzel manzarayı yapan ve yaratan Rabbinin kemaline ve cemaline hayran olmuştur.
Üstat Hazretleri insanın fıtratında “cemale karşı muhabbet, kemale karşı meftuniyet, ihsana karşı perestiş vardır” buyurur. Bu yüksek hakikatler, insanın güzelliği seven, mükemmelliğe meftun olan, iyilik ve ihsana karşı minnet ve şükürle dolan vicdanını cezp eder, kendine celb eder ve onda ulvî duygular uyandırır. Bu nuranî hakikatleri ifadeye dökme safhasında akla iş düşer. İşte akıl bu cemal, kemal ve ihsan tecellilerini doğru değerlendirdiğinde bunların cansız eşyaya ve sebeplere verilemeyeceğini idrak eder ve kalbi Allah’a imana hazır hale gelir. Kalbin de kabul ve tasdik etmesiyle iman hâsıl olur.
Hads; işin başından sonuna bir anda intikal etmek demektir. Halk arasında “Leb demeden leblebiyi anlamak” şeklinde ifade edilir.
Muzaaf; kat kat fazla manasına gelir. Hadsin çok daha ileri derecesi ilhamdır. İnsan kalbinde şeytan vesvesesi ile melek ilhamı arasında sürekli bir mücadele vardır. Nefis ve şeytan insanı gaflete, günaha ve isyana götürmeye çalışırlarken, akıl ve vicdan da onu hakikat yönüne çekmeye çalışırlar. Bu melek ilhamı sayesinde hadsen bilinen ve hissedilen bir hakikat süratle kalbe taşınır. Ve o kulun kalbinde Rabbini tanıma, O’na şükür ve ibadet etme arzusu kuvvet bulur. Bu arzu, daha da kuvvetlenmekle iştiyaka ve nihâyet İlâhî aşka inkılab eder.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Nokta.
(2) bk. İşarâtü’l-İ’caz, Bakara Suresi 7. Ayetin Tefsiri.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü