"Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lâfız mânaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır." cümlesini izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Dördüncü nokta: Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lâfız mânaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î ispat edilmiştir."(1)
Bir şeyin sûreti başka, hakikati başkadır. Mesela şekil olarak birbirine benzeyen binalar var, ama hakikatleri farklı. Biri okul, biri hastane, başka biri daire.
Sûret, bir şeyin dış görünüşü ve şeklidir. Hakikat ise şekli ve biçimi ayakta tutan ve ona kaynaklık edendir. Mesela, ağacın gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleri suretini, ona kaynaklık eden ukde-i hayatı ise hakikatidir.
Ağacın binlerce meyve ve yaprağının Allah’ın bir kanunu, iradesinin bir cilvesinin olarak bir merkezden tedbir ve idare edilmesi, bir meyvenin idaresi diğer meyvenin idaresine mâni olmaması, bu ukde-i hayat olan hakikat sayesindedir.
Ağacın merkezindeki ukde-i hayat ve Emr-i Rabbanî olarak tarif edilen mânadan maksat, ağacın tedbir ve idare edildiği ağacın ruhu hükmünde olan bir kanundur. Bu kanun ve merkez aynı anda her bir meyvenin yanında hazır ve nazır gibi durabiliyor. O meyve ve yaprakların bütün ihtiyaçları bu merkezdeki kanun eli ile sevk ediliyor. Bu kanunun o meyveler ile irtibatı maddî ve yayılma yolu ile olmuyor. Adeta bu ağacın ruhu hükmünde olan merkezdeki kanun her bir meyvenin ve yaprak yanında zamansız ve mekânsız olarak hazır ve nazırdır.
İşte bu harika işlere hakikat denildiği gibi, bu hakikate müstenid olan ağaca da sûret deniyor. Zaten cümleye bakıldığında mana anlaşılıyor. Ruh ile beden gibi. Beden sûret, ruh ise hakikattır.
Üstadımız yine aynı yerde "âlem-i şehadetin alem-i gayb üstünde bir tenteneli perde olduğunu", maddiyat ve maneviyat âlemlerinin arkasında "feyiz" diye tabir ettiği asıl iş görenin esma olduğunu nazara vermektedir.
Kalın bir perde yahut puslu veya renkli bir cam parçası, altındaki şeylerin görünmesine engel olduğu gibi, varlıklara mâna-yı ismiyle bakmak, yani sadece onların hususiyetlerini ve faydalarını inceleyerek bunların o varlıklara nasıl ve kim tarafından takıldığını hiç düşünmemek de hakikatlerin görünmesine mâni olur.
Kâinat da okunmakla bitmez, harika bir eser ve derin mâna ve hikmetlerle dolu kitaptır. Kâinattaki bütün sûretler esma-i İlahiyeye dayanıyor. “Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlâhîyedir.”
Bizim hayatımız Muhyi ismine, görmemiz Basîr ismine, işitmemiz Semi’ ismine, organlarımızın en faydalı şekilde yaratılmaları Hakîm ve Musavvir isimlerine dayanıyor.
Cenâb-ı Hakk’ın isimleri, fiilî ve zatî isimler olmak üzere ikiye ayrılıyor. Allah, Ehad, Kadîm, Bâki gibi zatî isimler sayılıdır, ama fiilî isimler bir bakıma sonsuzdur. Ne kadar farklı fiil varsa o kadar da ayrı isim var demektir. Meselâ, bir çiçekte “suret vermek, bezemek, renklendirmek” fiilleri birlikte tecelli ederler ve bunlardan Musavvir, Müzeyyin ve Mülevvin isimler okunur.
Zatî isimlerin büyük ekseriyeti eşyada tecelli etmezler. Her şey hâdis ve fani olduğundan Kadîm ve Bâki isimleri eşyada görülmez. Ancak Allah’ın ibkasıyla yani devam ve beka vermesiyle Bâki ismi bir derece tecelli eder.
Kısaca burada Üstad Hazretleri cesedin gölge, esmanın hakikat olduğunu söylemektedir.
(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü