"Öyle bir Allah'a hamd, medh ve senâlar ederiz ki, şu âlem-i kebîr O’nun îcadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de O’nun ibdâ’ıdır. Biri inşâsı, diğeri binâsıdır..." Devamıyla izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Öyle bir Allah'a hamd, medh ve senâlar ederiz ki, şu âlem-i kebîr O’nun îcadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de O’nun ibdâ’ıdır. Biri inşâsı, diğeri binâsıdır. Biri san'atı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri zînetidir. Biri rahmeti, diğeri nîmetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rubûbiyetidir. Biri mahlûku, diğeri masnûudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah'ın mülkü ve malı olduğu, i'cazvâri sikke ve mühürleriyle sabittir..."

اَللّهُمَّ يَا قَيُّومَ اْلاَرْضِ وَ السَّمَاءِ اِنَّا نُشْهِدُكَ وَ جَمِيعَ مَصْنُوعَاتِكَ وَ جَمِيعَ خَلْقِكَ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ وَ نَسْتَغْفِرُكَ وَ نَتُوبُ اِلَيْكَ وَ نَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُكَ وَ رَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ كَمَا يُنَاسِبُ حُرْمَتَهُ وَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ (1)

Önceki asırlarda yaşamış âlimlerimiz, güzel bir âdet olarak, kitaplarına “besmele, hamdele, salvele” ile başlamışlardır. Besmele ile Allah’ın rahmet ve inayetini talep etmişler, sonra kendilerine böyle bir hayırlı işte çalışmayı nasip eden Allah’a hamd etmişler ve Allah Resulüne salavat getirerek eserin te’lifine başlamışlardır.

Üstad Hazretleri de bu eserinde selefin o güzel âdetine ittiba etmiş, besmeleyi müteakip, dersine “Öyle bir Allah'a hamd, medh ve senâlar ederiz ki,” diye başlamış ve okuyucusunu Allah’a hamd etmeye götürecek marifet tablolarını sıralamıştır:

“Şu âlem-i kebîr O’nun îcadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de O’nun ibdâ’ıdır. …”

İnsan için küçük âlem, âlem için büyük insan teşbihleri yapılmış. Bazen de insana âlem-i asğar, kâinata insan-ı ekber denilmiş. Bu iki âlem arasındaki harika alâka Nur’un birçok dersinde, bilhassa Yirmi Üçüncü Söz’de muhtelif yönleriyle ele alınmış, tahlil edilmiş, harika tefekkür levhaları sunulmuştur.

Bundan sonra gelen ikili sıralamalarda, kesin sınırlar çizmek yerine, birinci olarak zikredilenlerin kâinatta, ikincilerin ise insanda daha ziyade hâkim olduğunu söyleyebiliriz.

Meselâ, “Biri kudreti, diğeri hikmetidir” cümlesiyle, büyük âlem olan kâinatta kudretin daha fazla göze çarptığını, küçük âlem olan insanda ise hikmetlerin daha bedihi okunduğu ders veriliyor. Yoksa her ikisi de kudretle yaratılmışlardır, her ikisinin de her şeyi hikmetli, gayeli, faydalıdır. Yıldızlar âleminde kudret daha bariz olarak seyredilir, ama hikmeti aynı bedahette okumamız mümkün olmayabilir. Güneşin, ayın hikmetlerini bir derece biliyoruz, ama her bir yıldızın yaratılış gayesini, ondaki İlahî hikmetleri aynı netlikle bilemiyoruz. Ama insanda hikmet hâkim. Saçının da hikmetli olduğunu biliyoruz, kaşının da. Elinin de hikmetini biliyoruz, ayağının da. Hücrelerinin de hikmetini biliyoruz, onları meydana getiren atomların da.

“Biri san'atı, diğeri sıbğasıdır.” Sanki insan, kâinat binasının boyası gibi. Âlem, onunla renklenmiş, güzelleşmiş.

“Biri nakşı, diğeri zînetidir.” Kâinatın tümü bir tek nakış olarak düşünüldüğünde, insan o nakış üzerinde işlenen bir süs gibi.

“Biri mülkü, diğeri memlûküdür.” Kâinat da Allah’ın mülküdür, insan da. Ancak, insan kâinat denilen bu büyük mülkte çalışan, onda vazife yapan bir memlûk, yâni bir kul, bir köle gibi.

“Biri rahmeti, diğeri nimetidir.” Rahmetin kâinattaki tecellisi, “Besmelenin Üçüncü Sırrında” çok güzel ifade edilmiştir. Kâinatın yok iken var olması, “yokluk karanlıklarından kurtulup ziyadar varlık âlemine” geçmesi ona bir İlâhî rahmet idi. Ayrıca bu kâinat her şeyiyle bizim için bir rahmet olmuştur. Varlık âlemine edilen bu İlâhî rahmet, yaratılışın diğer safhalarında da artarak devam etmiş, o varlıklardan bir kısmı, hayatla ve o hayat sahiplerinden bir kısmı da akılla şereflenmiştir. Bu nimetlere karşı iman ile mukabele eden ve şükreden kullar, marifet ve muhabbetle taltif edilmişlerdir.

“Biri azameti, diğeri rububiyetidir.” Allah bütün âlemlerin Rabbidir. Bununla birlikte, semaya baktığımızda, yıldızları seyrettiğimizde terbiyeden çok azamet manası nazarımıza çarpar. Güneş de ay da, yıldızlar da, yeryüzündeki bütün dağlar, ovalar, denizler de bir terbiyeden geçerek mevcut hallerini almış bulunuyorlar. Ancak, bu mana insanda çok daha zahir olarak kendini gösterir. Gözün görecek, kulağın işitecek şekilde terbiye görmelerinden, aklın anlayacak, hafızanın hıfzedecek şekilde terbiye görmelerine kadar birbirinden farklı ve birbiri içinde, birbiriyle yardımlaşan nice terbiye çeşitleriyle insan Rab ismine en ileri derecede mazhar olmuştur.

“Biri mahluku, diğeri masnûudur.” İnsan da kâinat da Allah’ın mahlûku ve masnuudur. Şu var ki, san’at mânası insanda daha fazla kendini gösterir. Her azamız, her duygumuz, her hissimiz ayrı bir san’at harikasıdır.

“Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah'ın mülkü ve malı olduğu, i'câz-vari sikke ve mühürleriyle sabittir.”

Her şey eczasıyla beraber, yâni onu meydana getiren parçalarla birlikte Allah’ın mülküdür. İnsan küll (bütün) âzaları ise onun cüzleri, parçalarıdır. Bir bütün olarak insanda da onun eczaları olan azaların her birinde de “i'câz-vâri sikke ve mühürler” mevcuttur. İnsan yapmak da Allah’ın kudretine mahsus bir mu’cizedir, göz yapmak da, ciğer yapmak da, kalp yapmak da. İnsan kimin mülkü ise, onun cüzleri olan organlar da O’nun mülküdür.

Aynı şekilde, Güneş Sistemi bütün gezegenleriyle, sema bütün yıldızlarıyla, yeryüzü bütün bölgeleriyle Allah’ın mülküdür. Bu bütünleri, parçalardan ayrı düşünmek mümkün değildir, yâni bütün birinin, parça başkasının mülkü olamaz.

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...