"Ben kendime malik değilim, Ölüm haktır, Rabbim birdir, Ene." Üstadımızın kırk sene ömründe, otuz sene tahsilinde öğrendim dediği bu dört kelâm hakkında geniş mâlumat verir misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Birinci Kelâm: اِنِّى لَسْتُ مَالِكِى Ben kendime mâlik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir."(1)

Üstad Hazretlerinin otuz sene tahsilinde öğrendiğini ifade ettiği dört kelamdan birisi, “Ben kendime malik değilim.”

“Kendime malik değilim.” sözü insanın iki ayrı yönüne birlikte işaret eder. Yani bu sözü, “Ben bedenimin maliki değilim.” ve “Ben ruhumun maliki değilim.” diye ikiye ayırabiliriz. Bunların her ikisi de bize emaneten verilmiş oluyorlar.

O halde, “Ben kendime malik değilim.” cümlesini, “Ben bedenimi de ruhumu da dilediğim gibi kullanamam.” şeklinde değerlendirmemiz gerekiyor. Meselâ, gözümle istediğim şeye bakamam, çünkü ben gözüme malik değilim. Kulağımla istediğim her sözü dinleyemem, mideme her gıdayı gönderemem, ayaklarımı her menzilde gezdiremem.

Öte yandan, ruhum ve ona takılan akıl, kalb, hafıza, hayal ve bütün his dünyam da bana emanet olarak verilmiştir ve ben bunları da dilediğim gibi kullanamam.

“Akıl benim değil mi, istediğim şeyi düşünürüm” diyemem.

“Hafıza benim değil mi, ona dilediğim her şeyi doldururum” diyemem.

“Muhabbet, sevgi hissi benim değil mi, istediğim şeyi severim, hayal benim değil mi, onu keyfimce dolaştırabilirim” de diyemem.

İşte Üstad Hazretleri, “Ben kendime malik değilim.” kelamını öğrendim derken, “Bütün bu maddî ve manevî cihazlarımı, hakiki sahibi ve yaratıcısı olan Allah’ın rızası istikametinde kullanmayı öğrendim ve öylece kullandım” demek istiyor.

Bunları yazmakla da bize aynı mesajı veriyor:

“Ruhunuz da bedeniniz de size emanettir; onları doğru yahut yanlış kullanmaktan imtihan oluyorsunuz. Dikkatli olun ve bu emanetlere ihanet etmeyin. Emanetleri hakiki sahibinin emir ve yasaklarını göz önüne alarak kullanın.” diyor.

“Malikim kâinatın malikidir.” cümlesi, bizim kendi varlığımıza hakiki manada sahip olamayacağımızı ispat manasında kullanılmıştır. Nurlarda sıkça işlendiği gibi “İnsan kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi”dir. Meyveye sahip olmak için ağaca sahip olmak gerekir. Biz bu kâinata sahip olamadığımıza göre kendimize da malik olamayız.

"Fakat kendime mâlik nazarıyla bakıyorum ki, Mâlik-i Hakikî'nin sıfâtını ve sıfatların bir derece mahiyetini ve hududunu bileyim."

Kanaatimizce burada Üstad Hazretlerinin “öğrendim” dediği temel kelam “Ben kendime malik değilim.” kelamıdır. Bu cümlede dikkat çekilen husus ise, daha çok, Dördüncü Kelam’ın izahı mahiyetindedir.

Biz kendimize malik değiliz, ama “benim elim, benim gözüm, benim kuvvetim” gibi sözleri de rahatlıkla söylüyoruz. “Bu selahiyet bize niçin verilmiş?” sualinin cevabı Otuzuncu Söz olan Ene Risalesinde geniş olarak açıklanmıştır.

Meselâ; “Benim kuvvetim” diyeceğiz ki, bu kuvvetle yaptığımız işleri ölçü alalım da, “Kâinatta icra edilen bu hadsiz işler sonsuz bir kudret ve kuvvet gerektirir, bu ise ancak İlâhî kudret olabilir” diyebilelim.

Diğer sıfatlarımızı da buna kıyas edebiliriz.

"Evet mevhum, mütenahî hududum ile Mâlik-i Hakikî'ninsıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahî hududunu bildim."

İnsanda beş zahirî duygu yanında beş tane de batınî duygu var. Bunlardan birisi de “kuvve-i vehmiye”.

Vehim denilince hatırımıza “hakikati olmayan bir şeyi var zannetmek” gelir. Hâlbuki bu kuvve, ruhun beş batınî kuvvesinden biri. Onun da kuvve-i akliye, kuvve-i hayaliye gibi

kendine mahsus bir vazifesi var. Meselâ, insan, aklıyla yakinen bilir ki “Bu hayat fani ve ben bir gün öleceğim." Ama kuvve-i vehmiyesi ona hiç ölmeyecekmiş gibi bir his verir ve insan bu sayede dünya hayatına şevk ile çalışır.

Ene bahsinde bu vehim kuvvesinin en mühim vazifesi harika bir şekilde işlenmiş. Bu cümle o konunun bir özeti gibi.

“Mevhum mütenahi hududum” ifadesi o Söz’deki şu cümlelere bakıyor:

“Kendinde bir rubûbiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’ eder. Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur diye bir taksimat yapar.”(2)

“La havle ve la kuvvete illa billah” hükmünce bütün varlık âlemindeki güç ve kuvvet ancak Allah’ın ihsanıyla, O’nun yaratmasıyladır. Buna göre, ben “Elli kiloluk bir yükü kaldırdım” diyorsam, bu işi Allah’ın bende yarattığı o kuvvetle başardığımı biliyorum.

Bende bir güç olduğu bir hakikat, o güce benim sahip çıkmam ise mevhum, yani ben o güç ve kuvveti, kuvve-i vehmiyye ile benim diye telakki ediyorum ve "Bu yükü ben kaldırdım" diyorum. Tâ ki, bunu vahid-i kıyasî, yani bir mukayese unsuru olarak kullanayım ve “Ben elli kiloluk yükü kaldırdığım gibi Allah bütün yıldızları direksiz döndürüyor, bütün gezegenleri güneş etrafında çeviriyor” diyebileyim.

Bundan sonra Üstad'ın buyurduğu gibi; “… mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder.”

“Beni de elimdeki yükü de üzerinde bulunduğum yer küresini de güneş etrafında çeviren kudret karşısında ben bu mevhum kuvvetimden vazgeçiyorum” diyerek, bütün kuvvet ve kudretin ancak Allah’ın olduğuna yakinen iman eder.

Malikiyet de kudret gibi değerlendirilir. “Ben bu tarlanın malikiyim” diyorsam, bunu kuvve-i vehmiye ile diyorum. Ama aklım yakinen biliyor ki, bu yerküresi kimin mülkü ise, bu tarla da onun mülküdür. Ancak, emanet olarak benim tasarrufumda bulunduğu için, o tarlayı diğerlerinden ayırmak maksadıyla böyle diyorum. Böylece, mülkün hakiki sahibini tanıyarak mevhum hattı bozup tümünü hakiki sahibine teslim ediyorum.

İkinci Kelâm: اَلْمَوْتُ حَقٌّ Ölüm haktır. Evet bu hayat ve bu beden şu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Zira onlar demir ve taştan değildir. Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif şeylerden terekküb etmiş. Kısa bir zamanda tevafukları, içtimaları varsa da iftirakları ve dağılmaları her vakit melhuzdur."

Üstad Hazretleri ölümün hak olduğunu tâ çocukluğundan beri biliyordu. O halde, buradaki “öğrendim” kelimesini şöyle anlamamız gerekiyor:

"Ben, ölümün hak olduğunu hiç unutmadan ölüm ötesi ebedî âlem için çalışmayı hayatıma gaye edinmeyi öğrendim."

Üstad Hazretleri İhlas Risalesinde ihlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en mühim bir sebebinin rabıta-ı mevt olduğunu beyan eder. Buna göre, “öğrendim” kelimesini; “Ölüm haktır, hakikatini hiç unutmadan Kadîm ve Bâki olan Allah’ın rızasını kazanmak için çalışmayı öğrendim. Ve “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz”, hadis-i şerifini çok hatırlayarak, fani dünyanın geçici işlerinde boğulmayıp, ebedî âlemi esas alan bir ömür sürmeyi öğrendim” şeklinde anlayabiliriz.

Üçüncü Kelâm: رَبِّى وَاحِدٌ Rabbim birdir. Evet herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-ı Rahîm'e olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur.

Saadet ve teslimiyet kelimeleri Yirmi Üçüncü Söz'deki şu vecizeyi hatırlatıyor:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”

Buna göre, iki cihan saadetinin ilk şartı imandır. İman eden kişi, semavat ve arzı, dünya ve ahireti, gaybı ve şehadeti, ins, cin ve meleği Allah’ın yarattığını kalben tasdik eder. Bu tevhid inancı onu teslime götürür. “Rabbim birdir” diyen ve Allah’ın ne Zât’ında ne de ef’al ve icraatında şeriki olmadığına kalben inanan bir kul, “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek Allah’a teslim olur, mahlûkata dilencilik etme ve onları Rab tanıma zilletine düşmez.

Allah’ın hikmetine, rahmetine ve kudretine teslim olan kişi, kendi iradesine bırakılan işlerde sebeplere teşebbüs ettikten sonra Allah’a tevekkül eder, bunun neticesi ise iki dünya saadetidir.

“Enbiya (Aleyhimüsselâm) enaniyetin bu vechine bakmakla, mülkü tamamen Allah'a teslim ederek ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şeriki olmadığına hükmetmişlerdir.”(3)

Allah’ı bir bilen bir kul, sebeplere, vasıtalara, vesilelere lüzumundan fazla kıymet vermez. Bütün hayrın, kuvvet ve kudretin Allah’ın elinde olduğunu bilmekle bu dünyada O’nun bir misafiri olarak yaşar. Kâinatı İlâhî bir saray, bütün canlıları da Allah’ın misafirleri bilir. Artık bu insan, ne yağmur için buluta, ne meyve için ağaca, ne de mahsul için tarlaya minnettar olur. Bütün şükrünü bunların sahibi ve yaratıcısı olan Allah’a verir. Keza, yine o insan ne zelzeleden korkar, ne tufandan, ne selden. Bunların irade ve kudret sahibi olmadıklarını ve kendi başlarına izn-i İlâhî olmaksızın hiçbir şey yapamayacaklarını bilir.

İşte Allah’ın birliğine inanan bir kişinin bu inancı onun his ve amel dünyasına da akseder. Bu aksetmeyi Üstad Hazretleri Yirminci Mektub'ta şöyle ifade eder:

“Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünki Sultan-ı Kâinat birdir, her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir; her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun."(4)

Üstadımız; "kırk sene ömrümde otuz sene tahsilimde öğrendim" dediği diğer kelam ve kelimeler gibi, “Rabbim birdir” kelamını da hayatının bütün safhalarında icraata geçirmiş, gönül âleminde ve his dünyasında bu kelimenin tezahürü ve hâkimiyeti her zaman görülmüştür.

Kimsenin karşısında tezellül etmemiş, kimseye boyun eğmemiş, kimseden korkup titrememiştir. Âyet-i hasbiyenin mertebelerini izah ederken bunun en güzel ifadelerini sergilemiştir.

"Çünki insan, câmiiyeti itibariyle bütün eşyaya ihtiyacı ve alâkası vardır. Ve her şeye karşı (hissederek veya etmeyerek) teessürü elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi bir halettir."

İnsanın camiiyeti, onda bütün İlâhî isimlerin tecelli etmesindendir. Kâinat ağacının meyvesi olan insan bütün kâinata muhtaçtır. İnsanın varlığı, İlâhî isimlerin bütün kâinattaki tecellileriyle devam etmektedir.

Bir taşta Allah’ın sadece Hâlık, Mâlik gibi birkaç ismi tecelli eder. Zira taşın camiiyeti yoktur; ne havaya muhtaçtır, ne bahara, ne güneşe; ne yemeye ihtiyacı vardır, ne içmeye, ne de yürümeye. Bu ihtiyaçların her birinin görülmesi bir İlâhî ismin tecellisiyle olacağından, ondaki bu muhtaç olmama hali bu isimlerin kendisinde tecelli etmemesini netice vermiştir.

Meselâ, insana göz nimetinin verilmesiyle, onda Basîr ismi tecelli etmiştir. Bu tecelliye yardım etmesi için de ışık yaratılmıştır. Keza, insana mide verilmesiyle rızıklar âlemi, kulak takılmasıyla sesler âlemi onun imdadına koşturulmuştur.

Yirmi Dördüncü Söz'de (Beşinci Dal) geçen şu cümleler, insanın bütün kâinata muhtaç olduğunu çok güzel sergiler:

“Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.”

İnsanın her şeye karşı teessürü de ondaki bu camiiyetin bir sonucudur. İnsan, havanın soğumasından, çiçeklerin solmasına kadar çok şeyden üzüntü duyduğu gibi, anne ve babasından arkadaşlarına, komşularına kadar herkesin derdi ve sıkıntısı, hatta dünyada meydana gelen her türlü üzücü hadise onun ruhuna elem çektirmektedir. Bütün bu üzücü olayları ortadan kaldırmaya da gücü yetmediğinden, bütün eşyanın sahibi ve yaratıcısının hikmet ve rahmetini düşünüp O’na teslim olmadığı ve tevekkül etmediği taktirde sürekli elem çeker. Üstadımızın beyan ettiği gibi, “Bu ise tam cehennem gibi bir halettir.”

"Fakat erbab tevehhüm edilen esbab yed-i kudretine bir perde olan Rabb-ı Vâhid'e teslimiyet, firdevsî bir vaziyettir."

Bir önceki cümlede, “cehennem gibi bir haletten” söz edilmişti. Burada ise firdevsî bir vaziyetten söz ediliyor. Ve bunun şartının da “sebeplerin ancak bir perde olduğunu, varlıkların yaratılmalarında ve terbiye edilmelerinde bir tesirleri olmadığını bilerek Rabb-ı Vahide iman ve teslimiyet olduğu” nazara veriliyor. Böyle bir bakış, müminlere bu dünyada bir manevî cennet hayatı yaşatır. Bir mümin sebepleri perde olarak görünce, nimetleri Allah’ın yaratıp onun istifadesine en uygun şekilde terbiye ettiğini ve kendisinin de bu dünyada O Rabb-ı Vahidin misafiri olduğunu bilmekle kalbinde ve ruhunda büyük bir haz, bir genişlik ve bir sevinç duyar. Bu manevî lezzet cennetteki lezzetlerden haber veren bir numune, bir iz ve bir işarettir.

"Dördüncü Kelâm: اَنَا ile tabir edilen benlik, yani kendisine bir vücud, bir kıymet vermektir ki; bu ene, Cenâb-ı Hakk'ın sıfâtını, şuunatını bilmek için bir santral ve bir vâhid-i kıyasîdir."

Bu kelamın kısa bir açıklaması Birinci Kelam’da yapılmıştı. Geniş izahı ise Otuzuncu Sözdedir.

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre.
(2) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.
(3) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.
(4) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 36.999
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

bamteli01
allah razı olsun.. allah yar ve yardımcınız olsun inş.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...