"Şeriatın yüzde doksanı (zaruriyat ve müsellemât-ı diniye) birer elmas sütundur. Mesâil-i içtihadiye-i hilâfiye, yüzde ondur..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Cumhûru, burhandan ziyade, me’hazdeki kudsiyet imtisale sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur'ân'ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı."
Başta dört mezhep olmak üzere bütün hak mezheplerin içtihad ve izahları İslam’ın nazariyat (te’vile açık) kısmına giriyor. Yani muhkem; Kur’an’ın ve hadislerin te’vile kapalı hükümlerini ifade ederken, nazariyat ise, Kur’an ve hadislerin te’vile açık hükümlerini ifade ediyor.
"Doksan elmas sütunu, on altının sahibi kesesine koyamaz, Ona tâbi kılamaz. Elmasların mâdeni: Kur'an ve hem hadîstir."
Yüzde doksan elmas kıymetinde iken, yüzde on altın mesabesindedir. Yüzde doksanın ihmal edildiği bir cemiyette ise yüzde onla uğraşılmaz. Kaldı ki yüzde onluk kısmı geçmişteki müçtehidler ve mezhepler günümüzü de içine alacak şekilde büyük ölçüde halletmişler.
İnsan zihni, melzuma bağlı olarak lazıma intikal eder. Yani cesetten ruha, fıkıh kitaplarından Kur’an’a doğru intikal eder. Halbuki durum tersine olmak gerekiyor. Yani İmam-ı A’zam’ın fetvası hakkında “Kur’an ne diyor” değil de, Kur’an’ın bu hükmünü İmam-ı A’zam nasıl anlamış demelidir. İmam-ı A’zam Kur’an’a şahid değil, Kur’an İmam-ı A’zam’a şahit olmalıdır. O zaman hükmün tesiri daha kuvvetli ve daha tesirli olur. Zira kaynağın kudsî olması hüküm kadar kalplerde tesir bırakır. Kur’an Allah kelamı olduğu için, muhataba hükmü kadar bu vasfı ile de tesir eder.
İnsanlar fıkıh kitaplarına hasr-ı nazar ettiği için, o kitapların lâzımı ve esası olan Kur’an’ın kudsiyetinden tam istifade edemiyorlar. Nazarlar bu kitaplara gömülüyor. Kur’an’ın o eşsiz tesiri ve nuru gönül dünyalarında tezahür etmediği için, kalpte bir katılık ve pas teşekkül ediyor. Bu sebeple kitaplar Kur’an’a şeffaf bir ayna olmalı, vekil ve perde olmamalıdırlar. Yani kitaba bakıldığı zaman arkasında Kur’an’ın nuru görünmeli ve onun haşmet ve azametine intikal edilebilmelidir. Kitaplar kudretini Kur’an’dan almalı ve bunu tam mânası ile aksetmelidir.
İslam’ın ilk üç asrından sonra Kur’an kitapların kalın duvarları arkasında gizlenmiştir. Kitaplar Kur’an’nın berrak ve tesirli hakikatlerinden ziyade felsefî ve haricî fikirleri işlediği için, Kur’an’a hem muhteva olarak hem de üslup olarak tam bir ayna olamamıştır. Mesela çok büyük Müfessirler Kur’an’ın safî ve berrak hakikatlerini Yunan Felsefesinin silik ve sönük fikirlerine tatbik etmişler ya da ayetleri o felsefî kalıplar içinde eritmeye çalışmışlar. Bu da Kur’an’a gölge ve vekil olmak mânasına geliyor.
Üstad Hazretleri bu hususu şu şekilde izah ediyor:
"Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur'ân'ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır."
Kur’an’ın yüzde doksan ayetleri mâna ve hüküm bakımından zahir ve bahirdir. Kimse bu ayetleri kendi heva ve fikrine göre te’vil edemez, mâna veremez. Bu ayetlere zaruriyat ve müsellemat deniyor ki, Üstad Hazretleri bu tarz ayetler için elmas sütun tabirini kullanıyor.
Kur’an’ın kalan yüzde onluk kısmı ise içtihad ve te’vile açıktır. Her müçtehid bu ayetlerden farklı içtihatlar çıkarabilir. Üstad Hazretleri bu kısım ayetlere de altın diyor. Öyle ise doksan elmas on altına tâbi yapılmamalıdır. Yani bütün Müslümanları bir arada tutan yüzde doksanlık kısım, yine farklı coğrafya ve farklı kültürlerden dolayı farklı bakış açılarına hitab eden yüzde onluk ayetlere tâbi edilip Müslümanların ihtilafına sebep teşkil etmemelidir. Bizim yüzde onluk ihtilafımız olsa da yüzde doksan ittifakımız vardır, diyerek birlik ve beraberlik içinde olmamız gerektiğine işaret ediliyor. Cüz’î farklılıklar, küllî beraberliklerin önüne geçmemelidir.
Üstadımız, Külliyat'ta işlediği mühim bir kâideyi her yerde tatbik etmektedir. O da şudur:
“Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden."
Evet, sebepler olacaktır. Zira bunu hikmet iktizâ ediyor. Ancak bu sebepler hakiki ve müessir değillerdir.
“Her kimden her kime, nasıl ve ne şekilde olursa olsun, bütün hâmdler Allah’a aittir.”
İtikad açısından mühim olan, mezkûr iki hakikat muvâcehesinde meselelere bakmak icâb eder. Zaten sualin cevabı, izâhı istenen cümlenin içerisindedir. Çünkü, "kitaplar ve içtihadlar Kur'ân’a dürbün olmalı, âyine olmalı; gölge ve vekil olmamalı" ifâdesinde, dürbün ile ayna ve vekil ile gölge misalleri, meseleyi esâsından halletmektedir.
Evet, dürbün ve ayna vasıtadır ve araya girer. Ancak dürbün, eşyayı iyi ve olduğu gibi görmeye; ayna ise, hakikatı olduğu gibi aksettirmeye sebeptir. Ne dürbün ve ne de ayna kendilerini göstermezler. Gölge ve vekil ise, hakikatın, olduğu gibi görünmesine mânidir. Hakikat ile insanlar arasına girmektir. Dolayısıyla dürbün ve ayna, vasıta olarak takdir ve tâltif edilir. Ancak vekil ve gölge olmak ise, hakikata mâni olduğu ve yüzünü başka tarafa çevirdiği için reddedilir.
Kur’ân'ın tenzilinin dört ana maksadından biri de ibâdettir. Yani kul ile Allah münâsebetini tanzim etmektir. Buna binâen, kul ile Allah arasına giren fakat münâsebeti kesen her şey batıldır.
Demek ki kul ile Kur’an, din veya Cenab-ı Hak (c.c) arasına girmeler, hayra ve güzelliğe vesile ise câizdir ve faydalıdır. Yani, şeriat kitapları veya şahıslar kul ile Allah arasında dürbün ve ayna vazifesi görüp hamdi, kulluğu ve teveccühü Allah’a intikâl ettiriyorsa, bu vesileler ve vasıtalar olmalıdır. Bu sebepler takdir ve tebcil edilir.
Buna bütün hadis kitapları, fıkıh kitapları, kelâm ve tefsirler dâhildir. Kısaca, Ehl-i sünnet meşrebine uygun bütün te’lifat buna misaldir. Fakat araya girenler gölge ve vekil gibi, hedefi göstermez, fikirleri ve düşünceleri kendinde tutar. Dolayısıyla hürmeti, hamdi ve ubudiyeti Allah’tan çevirir, sebeplere bağlar ise, bunlar mahzurludur, reddedilir.
Mesela, Ehl-i sünnetin dışında bütün yollar, şahıslar ve eserler buna delil ve burhândır. Zira, bunlardan bazıları fikirleri, bazıları muhabbetleri, bazıları hürmetleri, bazıları da kulluk ve ubudiyetleri kendilerine çekerler. Allah ile münâsebeti kuvvet ve derecelerine göre keserler. Burada vasıtanın kendisinden ziyâde, muhataplarını yönlendirdiği cihetlere bakarak hükmetmek esastır. Dolayısıyla Elmalılı Tefsiri ve diğer fıkıh kitapları, dürbün vazifesi gören vasıtalar kısmındandır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Bediüzzaman Hazretleri yapılan tefsirlerin şeffaf olmasını, arkasında Kur'an'ı Kerim-i göstermesi gerekliliğine vurgu yapıyor. Bu bağlamda, günümüzde bilhassa yukarıda alıntıladığım nadide eser olan Risale-i Nur hakkında bir takım önyargılı düşüncelerin olduğunu görüyoruz. Üstelik bu düşüncelerin müspet kesim tarafından da geldiğini görebiliyoruz. Bu önyargılı düşünceleri soru maksadının önüne geçmemesi adına zikretmemeyi doğru buluyorum. Elbette sorudan maksat insanların düşüncelerine yönelik değil Risale-i Nur'un menbaı olan Kur'an'a âyineliğinin de ön plana çıkarılmasıdır. Bu açıdan bizler Risale-i Nuru hem kendimiz hem de başkalarına vesile olma yönünden ne yapmalıyız ya da yapmamalıyız ki şeffaf olup arkasında Kur'an'ı göstersin, ayine olsun fakat gölge olmasın ? O harika elmas parçaları cam şişe hükmüne inmesin ?
Ayet ve hadisler yine ayet ve hadislerin usul ve delilleri ile tefsir edilirse o zaman o tefsir şeffaf bir ayine olmuş olur. Ayet ve hadisler harici malumatlar (israiliyat, yunan felsefesi vesaire) yabani usul ile tefsir edilirse o zaman ayete ayine değil gölge ve vekil olurlar.
Mesela bir ayeti Kur’an ve sünnetin tarzı ile değilde felsefe ve Aristo mantığı ile izah etmeye kalkarsak ayetin tefsiri ayete ayine ve dürbün değil gölge ve vekil olmuş oluruz.
Ayet ulvi olduğu için onun yaklaşım ve usulü de ulvidir şeffaflık ise bu ulviliği bozmadan, incitmeden tefsir edebilme halidir. Risale-i Nur hem mevzu bakımından hem de usul ve metot açısından ulvi ve Kur’an’i bir yol takip ettiği için Kur’an’a tam bir ayine tam bir dürbün olmuştur.
Mesela Risale-i Nur tevhidi izah ve ispat etme noktasında ilm-i kelamın devir ve teselsül gibi uzun ve müşkül delilleri yerine Kur’an’i olan ihtira ve inayet delillerini kullanıyor. Bu yüzdendir ki en ami bir adamda Risale-i Nuru okuduğunda Kur’an’i bir feyiz tatmin edici bir marifete ulaşabiliyor. Oysa aynı ami adamın ilm-i kelamın uzun ve müşkül delillerini anlayıp marifete ve Kur’an’a intikal etmesi pek mümkün değildir.
Risale-i Nuru okumak ondan istifade etmek ve başkalarının istifadesine çalışmak tamamen Kur’an’i bir yol olduğu için gölge ve vekillik söz konusu değildir. Risale-i Nuru ister lafız/mana ister sadece mana olarak okumak ve anlatmak Kur’an’a şeffaf bir ayine olma açısından kafidir.