"Her müstaid nefsi için içtihad edebilir, teşri edemez." cümlesini açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
"Her müstaid nefsi için içtihad edebilir, teşri edemez." (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 24.)
Önce "Müstaid, içtihad edebilir.” ibaresinin izahını yapalım. Yani içtihatta nasıl müstaid ve müçtehid olunur, onun ve şartlarını kısaca izah edelim.
Müçtehid; Kur'an ve sünnetteki derin manaları, işarî ve hafî hükümleri çıkarıp izhar edebilecek kudretteki büyük âlimlere denir. İlmin zirvesi müçtehidlik makamıdır. Müçtehidlik makamına ulaşmak için birçok ilimde derinleşmek ve bu ilimlere kemali ile vakıf olmak gerekir. Bu ilimlerde derinleşmemiş ve içtihad derecesine ulaşmamış kimseler müstaid sınıfına giremez, içtihad yapamaz. Müçtehidler, Kur’an denizinin derinliklerinde gizlenmiş cevherleri istihraca ehil olan zatlardır.
Müçtehid evvela Kur’an-ı Kerim’in şer’î ve lügavî meanisi (manalarını) ve aksamı yani, has, âmm, müşterek, sarih, kinaye, zahir, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall bi’l-ibare, dall bi’l-iktiza, dall bi’d-delale, nasih, mensuh, vesair aksam ve manalar müçtehidde meleke ve kariha hâline gelmelidir. Bu ilimleri sadece bilmekle içtihad yapılamaz. Mesela:
Celaleddin-i Süyutî gibi mütenevvi ilimlerde dört yüz kadar esere sahip ve çok defa uyanık iken sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan bir muhakkik zat, birkaç meselede içtihad etmek istediğinde devrin büyük fakihleri; “Devr-i içtihad geçmiştir, sen içtihad yapmak iktidarında değilsin.” diye kendisine karşı çıkmışlardır.
Merhum Ömer Nasuhi Bilmen de “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı eserinde müçtehitderi büyüklük sırasına göre; "Müçtehid fiş’şer’, müçtehid fi’l-mezheb, müçtehid fi’l-mesele, eshab-ı tahriç, eshab-ı tercih, eshab-ı temyiz ve mukallit" olarak tasnif etmekte ve en alt tabaka olan mukallid kısmını şöyle izah etmektedir. “Bu, içtihada, tahriç ve tercihe selâhiyettar olmayıp yalnız bir mezhebe mensup hükümlerin, meselelerin ve rivayetlerin büyük bir kısmını hıfz etmiş, bunları eserlerine derc eylemiş olan herhangi bir zattır.”
Ömer Nasuhi Bilmen bu izahtan sonra, dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fukahasından olup her bir cildi dokuz yüzü aşkın sahifeden müteşekkil altı ciltlik "Reddü’l-muhtar" isimli fıkıh eserinin sahibi İbn-i Abidin’i mukallid kısmına misal vermektedir.
Saniyen, müçtehid hadis-i şeriflerin de metin ve senediyle manalarını ve kısımlarını bilmeli ve ravilerin ahvallerine, hadisin cerh ve ta’dillerine, nasih ve mensuhlarına, tarih-i vürudlarına vâkıf olmalıdır.
Salisen, müçtehid örf ve âdete vâkıf olmakla beraber mevarid-i icmaı (yani hangi yerde icma varid olduğunu) bilmelidir ki, ona muhalif içtihadda bulunmasın.
Rabian, müçtehid kıyasın vücuhunu şeraitiyle, ahkâmıyla, aksamıyla makbul ve merduduyla ihata etmiş olmalıdır.
Bir kimsede mezkûr şartlardan birisi veya bir cüz’ü bulunmasa, o kimseye ıstılahî manasıyla müçtehid denilmez. Davayla sultan olunmaz. Zira delil istenilir, tasvir-i müddea ile aldanılmaz. Ve nihayet mutlak müçtehid kendi akıl, hayal ve hissiyatından mesele istihraç edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartıyla, dört delil-i şer’î içinde kapalı ve gizli, dinin itikadla alâkalı olmayan fer’î meselelerini, istihraç edebilir. Aksi hâlde mes’ul olur.
Kaldı ki, bu zamanda, bu evsafta bir kimse yeryüzünde var mıdır ve bir şahsın bu evsafta yetişmesi mümkün müdür? Evet, zatında mümkün olsa bile âdeten vukuu dördüncü asırdan günümüze kadar cumhur-u ulemanın beyan ve ikrarıyla sabit olmamıştır. Durumun böyle olduğunu asr-ı hazır fuzalasından, ulum-u diniyenin mütehassıs ve muhakkiklerinden Hüseyin-i Cisri, Ömer Nasuhi ve Şeyhülislam Mustafa Sabri ve diğer zatlar kitaplarında beyan etmişlerdir. Zaten şimdiye kadar müçtehidlik dava edenler, mücerred iddiadan ileri gidemeyip kıl ü kal etmişler. Şimdi de iddia eden varsa buyursun içtihad etsin.
Kur’an ve hadislerin sarih manalarından başka mecaz, kinaye, işarî gibi derin manaları vardır. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) bizzat içtihad yapmış, içtihadın esas kaidelerini vaz’ ederek ashabının âlimlerine de içtihadı bizzat tâlim buyurmuştur. Demek oluyor ki, mezheplerin menbaı Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) bizzat kendisidir ve içtihad kapısını ilk defa o (asm) açmıştır. Böylece açılan içtihad kapısı akl-ı selimin de teyit ve tasdikini kazanmıştır. Bu içtihad vazifesi, müçtehidler tarafından ifa edilmiştir.
Müçtehidler, kendileri için içtihad etmişler ve hiçbir kimseye, “Gelin bana uyun.” dememişlerdir. İçtihada ehil olmayan müminler ise, bu müçtehidlerin içtihadlarına göre amel etmiş ve müşküllerini halletmişlerdir. Böylece mezhepler teessüs etmiştir. Bu mezheplerden dördü, bütün ümmet-i Muhammedin gönlünde yer tutmuş ve vicdan-ı umuminin kabulüne mazhar olmuştur.
Kur'an ve sünnet bütün iki ana kaynaklar olmasından, her müçtehid kendi sahası ile alâkalı hükümleri o kaynaktan alıp avam insanlara izhar ediyor. Dolayısı ile bir müçtehidin her ilim dalında müçtehid olması gerekmez. Bir nevi ihtisaslaşma vardır. Her ilim dalının üstad ve müçtehidleri farklıdır. Bir sahada müçtehid olan birisi, diğer ilim dallarında müçtehid olamayabilir. Bütün ilim dallarında içtihad makamına ulaşmak, tarihte çok az kişilere nasip olmuştur. Buna en güzel misal İmam-ı Azam (ra)'dır.
Her müçtehidin içtihadı, ancak kendini ve kendine taraftar olanları bağlar. Başka müçtehidleri ya da mezhepleri bağlamaz. Yani müçtehidin içtihadı, şeriatın herkesi bağlayan muhkem emirleri gibi değildir. Bu noktadan dolayı müçtehid şâri’ olamaz, yani Allah ve Resulü (asm) gibi kanun koyucu değildir. Yapmış olduğu içtihad da ümmeti bağlamaz. Bir hükmün ümmeti bağlayabilmesi için, Allah ve Resulü (asm) tarafından konulması gerekir. İçtihad ve te’vil ile elde edilen izafî hükümler, ancak müçtehidi ve ona taraftar olanları bağlayabilir.
Müçtehidin içtihadı şeriattandır, ama şeriat değildir. Bir içtihadın bütün ümmeti bağlayabilmesi için bütün müçtehidlerin bu içtihad üstünde ittifak etmesi gerekir. Zira müçtehidlerin bir içtihad üstünde icma ve ittifak etmesi de şeriatın Kur’an ve sünnetten sonra üçüncü bir delili ve bağlayıcı bir unsurudur. Yani bir müçtehidin içtihadı sadece kendini bağlarken, bu içtihad bütün müçtehidlerce kabul görür ve üzerinde ittifak edilirse o zaman bu içtihad şeriatın muhkem bir hükmü gibi bütün ümmeti bağlar. Bunun dışında müçtehidlerin icmasız ve ittifaksız içtihadlarını, şeriatın bir kanunu gibi uyulmaya davet etmeleri yanlış ve bid’attır, uyulması da gerekmez. İşte Üstad Hazretleri bu ifadede bu manalara işaret ediyor.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü