"Şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlûkatın vücutları ademe gidiyor..." Narsizm asrımızın hastalığı. Neden insan en çok kendini sever?
Değerli Kardeşimiz;
Narsizm; aşk duygusunu ve muhabbet hissini, insanın kendi nefsine sarf etmesidir. Bu hissi mahlûka veya Halık’a, fani güzelliklere veya ebedî güzelliklere sarf etmek insanın iradesindedir. Sahabelerin bu şiddetli aşk duygularını, Allah ve Resulüne (asm) tevdi edip, canlarını hiçe saymaları, bunun en güzel vesikasıdır.
İnsanın fıtratına dercedilen nihayetsiz muhabbet hissi, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Allah’ı sevmek için verilmiştir. İnsan zıtlarla mücadele ettikçe terakki eder. Şayet bu zıtlar olmasa mücadele olmaz, mücadele olmayınca da terakki olmaz. Bu yüzden nefis, heva, benlik ve bencillik gibi menfi şeyler insana takılmış, ta ki mücadele ile terakki etsin.
İnsanın fıtratına konulmuş olan duyguları, kökünden söküp atması imkânsızdır. Öyle ise onların yüzünü çevirmek esas olmalıdır. Muhabbet insanın, en köklü ve en esaslı bir duygusudur; fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Ama bu duyguyu İlahî veya mecazî aşka çevirmek, insanın iradesindedir. İnsan, kalbini İlahî aşka tevcih etme fırsatı ve imkânı varken, bunu mecazî aşkların dalgasına terk ediyor ise, bu mes’uliyeti gerektiren bir durumdur. Muhabbet etme kabiliyetini Allah kendi Zât’ı ve isimlerini sevmemiz için bize takmıştır. İnsan su-i istimal ile bu kabiliyeti mecazî aşklara çeviriyor. Öyle ise mes’uldür.
İnsanlara verilen bu şiddetli duygular, dünyanın âdi ve basit işlerine sarf olunmak için değil, ebedî olan ahiret hayatının kazanılması için verilmiştir.
Allah, insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi; ancak ebedî bir güzellik ile tatmin olabilir. Halbuki kâinatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır. Sevdiğimiz şeyler, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek kalb, o fena ve fani güzellikler için değil, ebedî ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip, kalbimizi fani mahlûkata tevcih edersek, bunun tokadını hem dünyada hem de ahirette yeriz.
Muhabbet etme kabiliyetini Allah kendi Zât’ı ve isimlerini sevmemiz için bize takmıştır. Lakin insan nefsini seviyor.
"...Zira, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyibten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hattâ, fıtratında tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikînin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, مَنِاتَّخَذَاِلٰهَهُهَوٰيهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir."(26. Söz)
İnsan evvela ve bizzat Allah’ı sevmelidir. Zira zatında bütün kemal sıfatlara sahip yalnız Allah’tır. Kemal ise zatında sevilir. Buna muvaffak olduktan sonra başka şeyleri O’nun namına, isimlerine ve sıfatlarına ayna olmaları cihetiyle sever.
"Halbuki, muhabbetin sebebi, ya kemaldir -zira kemal zâtında sevilir- yahut menfaattir, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir." (24. Söz)
Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimleri ve sıfatları sonsuz kemaldedir.
Muhabbetin diğer sebepleri “menfaat, lezzet ve hayriyettir”. Allah, mükemmel olarak yarattığı bu mahlûkatının birçoğuna insanı muhtaç etmiş, böylece onlarda kemal ve cemâlini birlikte tecelli ettirmiştir. Meselâ, bir elma; hem mükemmeldir, hem lezzetlidir, hem de faydalıdır.
İnsan, kendisini durmadan kötülüklere sevk eden bir arkadaşını sevebilir mi? Elbette hayır! Onunla arkadaşlığı hemen terk etmesi ve yanlış tekliflerine karşı koyması gerekir. Aksi hâlde kendini büyük tehlikelere atar.
İşte nefis, “emmare” mertebesinde iken, o kötü arkadaş gibidir. İnsana daima kötülükleri emreder. İnsan, bu mertebede ancak ona düşman olmakla ve onunla mücadele etmekle, manevî hayatını tehlikelerden koruyabilir.
Meselâ, yıllardan beri namazını kılmakla Rabbine itaat yolunda yürüyen bir mü’mine, onun nefsi artık ne içki içmeyi, ne de kumar oynamayı emredebilir. Bu günahlardan tam uzak kalmakla huzura kavuşmuş olan bu nefsin, meşru gıdalardan istifade etmesi ve yine meşru yolla zengin olması, onun terakki yolculuğuna engel olmaz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü