"Teslimiyet" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Teslimiyet; insanın kendini Allah’ın takdir ve kuvvetine terk etmesi ve O’nun emrine tam bir itaat içinde olması halidir. Tevekkül ve teslimiyet, sağlam ve tahkiki bir imanın neticesidir. Yani insanın Allah’a olan imanı ne kadar sağlam ve tahkiki ise, teslim ve tevekkülü de o nispette sağlam ve sarsılmaz olur.
Risale-i Nur'un bütün eczaları tahkiki iman dersi üzerine gittiği için, Risale-i Nur'un bütün eczalarına bir teslim ve tevekkül dersi nazarı ile bakabiliriz. Hususen ilk dokuz söz bu konuda tahkik ve tetkik edilebilir.
Mümin her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için hiçbir şeyden endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki Allah bir musibeti alnına yazmış ise, bundan kurtuluş yok der teslim olur. Aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise hiçbir güç o musibeti başına bela edemez; bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir nevi psikolojik yükün, yani hadiseler karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül vasıtası ile kadere atılması demektir.
Ama kâfir Allah’a ve O’nun kâinattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için her şeyi tesadüfe veriyor. O zaman başına her an bir bela ve musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden, her şeyde endişe duyar ve telaşa kapılır. Her hâdise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibete bana dokunur mu?" der, hayatı zehir olur. Üstat Amerika'da olmuş bir hâdiseyi misal veriyor. Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçince “acaba dünyaya çarpar mı?” endişesi ile insanlar çok korkmuş ve evlerini terk etmişlerdir.
Hâlbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin bu hâdisede şöyle düşünür; "Şayet bu yıldız dünyaya çarpma emrini Allah’tan almış ise tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur" der, hayret içinde çarpmasını bekler. "Eğer böyle bir emir almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde dünyamıza çarpamaz" der, endişe etmez, telaşa kapılmaz.
Allah’a tahkiki bir şekilde iman ile tevekkül eden adam, hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hâdise karşısında titremez. Cesaretin kaynağı hakiki ve sağlam iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı da imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi bu yüzden, her hâdise karşısında titret, her musibetten azap duyar. Bir nevi dünyanın bütün yükünü beline yükler ve altında ezilip gider.
Risale-i Nur'da tevekkül ve teslimiyet şu şekilde izah edilmektedir:
"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. 'Tevekkeltü alâllah' der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker."
"Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk'tan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir."
"Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:"
'Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.'
"O dedi: 'Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.' "
"Yine ona denildi: 'Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tard edecek; ya "Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle istihzâ ediyor. Hapsedilsin" diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike yaptın. Herkes sana gülüyor.' denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. 'Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum.' dedi."
"İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın."(1)
Bir kul olarak kendine düşen vazifeleri hassasiyetle yerine getirdikten sonra, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a tevekkül etmekle mahlûkat âleminden gelecek zararlara ve tehlikelere lüzumunden fazla ehemmiyet vermez. Hava âlemini O’nun emrinde bilir, fırtınadan korkmaz. O unsurun cansız ve iradesiz olduğunu, kendi başına hiçbir icraat yapamayacağını çok iyi bilir. Ancak, bir âyet-i kerîmede haber verildiği gibi, o unsurun vereceği zararların, sadece âsi insanlara mahsus kalmayıp çok masumlara da dokunabileceğini dikkate alarak, Rabbine sığınır ve rahmetine iltica eder.
İmanın çok büyük bir kuvvet olduğu bir sonraki cümlede şöyle beyan ediliyor:
“Evet, hakikî îmanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmanın kuvvetine göre, hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”
Kâinata meydan okumak, “varlık âlemindeki her şeyi Allah’ın emrinde bilmek ve O izin vermedikçe hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceğine kesin olarak inanmak” demektir. Bu hakikat, eşya için olduğu gibi hâdiseler için de geçerlidir ve “hâdisatın tazyikatından kurtulabilir” ifadesiyle bu mâna ders verilmiştir.
Deniz, Allah’ın bir mahlûkudur. İnsanın tansiyonunun yükselmesi gibi, dalgaların fırtına ile yükselmesi de bir hâdisedir. Denizi yapan başka, bu hâdiseyi yaratan başka olamaz. O halde, denizin sahibine iman ile intisap eden bir mü’min, dalgalardan korkmaz. Allah’ın Hakîm isminin muktezası olarak tedbirini alır, ancak çok iyi bilir ki, deniz kendiliğinden ona bir zarar dokunduramaz. Bu imanla, fırtınaya ve yükselen dalgalara meydan okuyabilir, onlara karşı koyabilir.
İnsanın başına gelen bütün korkutucu, zarar verici hâdiseler de böyledir. O hâdiseler de kendi başlarına buyruk değildirler. Üstadımızın buyurduğu gibi;
"Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin hazinesi O’nun yanındadır."
O’nun izni olmaksızın ne ağaç meyve verebilir, ne de su insanı boğabilir. Ağacın bakımını iyi yapan bir bahçıvan, onun meyvelerinden faydalandığı gibi, yüzme bilmeden denize giren insan da onun dalgalarında boğulur. Rızkı veren de Allah’tır, ölümü yaratan da. Kul ise kendi iradesine bırakılan işlerde sadece vazifesini en iyi şekilde yapmak durumundadır. Böylece bir hayra ulaştığında çok iyi bilir ki “Her hayır Allah’ın elindedir.” Ve bu güzel netice de O’nun ihsanıdır. Yanlış yoldan giderek zarara uğradığında da yine çok iyi bilir ki, bu şerri yaratan da Allah’tır, şu var ki, yanlış yol tutmakla bu şerri kendi istemiştir.
İmanın hem nur, hem kuvvet olduğunun beyan edildiği paragrafın sonunda şu hüküm cümlesi geçer:
" ... İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dâreyni iktizâ eder.”
Allah’ın varlığına iman eden insan tevhid yoluna girmiş, O’nun birliğine de iman etmiştir.
İnsan için ‘küçük âlem,’ âlem için de ‘büyük insan’ tabirleri kullanılıyor. O büyük insan da bizim gibi, hikmetli bir takdirle bu hazır hâli almış. Altı günde, yâni altı devrede o da bizim gibi safha safha gelişmiş genişlemiş, yayılmış… O da bizim gibi, işin sonunun nereye varacağını bilmeden devam etmiş yolculuğuna. Halden hâle girmiş, nice patlamalara, kopmalara, parçalanmalara ve birleşmelere mâruz kalmış. Aradan milyonlar, belki milyarlarca sene geçmiş ve sonunda, bitkilerin serilmesine, hayvanların yayılmasına ve insanların oturmasına en uygun bir misafirhane, bir köşk, bir saray çıkmış ortaya.
İşte bu iki tabloyu hakkıyla seyretmeye muvaffak olan büyük zâtlar Allah’ın kaderine, takdirine tam teslim olmuşlardır. Onların bu teslimiyetleri kâmil bir imana dayanır. Sebeplere onlar da teşebbüs ederler, lâkin bunu Allah’ın Hakîm ismine mazhar olmak niyetiyle yaparlar. Yoksa, “Ben bu teşebbüsü yapmasam şu netice meydana gelmez” diye kat’iyyen düşünmezler. Onların neticeye rızaları da bizim anladığımız mânada bir sabır değildir. Onlar üzülmezler ki sabretsinler. Onların yolu rıza yoludur. Hak’dan ne gelirse, baş ve göz üstüne derler.
Ana rahminde geçirdikleri safhaları sık sık hatırlarlar:
“Orada Rabbimiz bize iki göz taktı, bir ağız. Dünyaya geldik gördük ki; gözün çifti, ağzın teki faydalıymış. Orada burnumuzu kısa, kolumuzu ise uzun tuttu. Geldik gördük ki en münasibi böyle imiş. Daha böyle binlerce hikmet delilleri ve rahmet nişanları karşımızda iken, bu âlemde onun işine niye karışalım!?..” derler.
“Bilmeyiz ki bizim hakkımızda malın çoğu mu faydalı azı mı? Ve yine tahmin edemeyiz ki, bizim için sıhhat mı daha verimli, hastalık mı. Rızkımızı helâl dairesinde kazanmaya çalışır, sıhhatimizi bir Hakk emaneti bilerek korur, ama irademiz dışında bir netice ortaya çıkarsa onu rıza ile karşılarız” derler.
Onlar Allah’ın bütün işlerinin güzel olduğuna hakkıyla inanmışlardır. Değişik hâdiseleri ayrı ayrı isimlerin tecellisi olarak bilirler.
“Mademki Allah’ın bütün isimleri güzeldir, o halde o Esmâ-i Hüsnanın bütün tecellilerini de hoş karşılamalıyız” derler.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar