"Bilin ki, Allah dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar." ayetinin Telvihat-ı Tis'a'ya serlevha olmasının hikmeti ne olabilir?
Değerli Kardeşimiz;
Nasıl namazın, çekirdekten ağaca kadar birçok mertebeleri varsa, aynı şekilde Allah’a dost ve veli olmanın da safha ve mertebeleri vardır. Bir avamın namazı ile bir velinin namazı arasında nasıl çok farklar varsa, aynı şekilde bir avam mü’min ile veli bir mü’minin Allah’a dostluğu ve yakınlığı arasında da derece farkları vardır.
Allah’a dost ve veli olmak, siyah ile beyaz renk gibi iki keskin hat değildir. Bu velayetin ve dostluğun çok tonları ve renkleri vardır. Bir âmi Mü’min de Allah’a dosttur, O’na yakındır, ama onun yakınlığı ve dostluğu bir peygamberin veya evliyanınki gibi değildir, olamaz da.
Allah’a dost ve veli olmanın yolu iman ve ibadetin derece ve kuvvetine bakar. Yani kişinin Allah’a dostluğunun ve yakınlığının ölçüsü iman ve ibadetin keyfiyetine bakıyor. İman ne kadar kuvvetli, ibadet ne kadar keyfiyetli ise, dostluk ve yakınlık da o nisbettedir. Allah’a dost olmayı sadece büyük velilere hasretmek doğru olmaz. Ama her mü’minin dostluğu da müsavi değildir.
Risale-i Nurlar bu zamanda insana tahkikî iman ve marifet dersi verdiği için, inşallah bu velayet ve dostluğu da kazandırıyor. Öyle ise imanımızı taklitten tahkike çıkarmak, ibadetlerimizi ihlas ile yapmak, Allah’a olan dostluğumuzu ve yakınlığımızı artırmak istiyor isek, malayani şeyleri terk edip Risale-i Nurları çok okumalı ve ulvî şeylerle meşgul olmalıyız.
Korku ve hüzünden emin olmak sadece ahirete değil, dünyaya da bakıyor. Yani Allah’a sağlam bir iman ve ibadet ile teslim olan birisinin kalbi, diğer duygu ve latifeleri, imanın emniyeti ve ferahı ile muhafaza olunur. Belki zahiren vücudu ve bedeni zor şartlar içinde olabilir, ama kalbi ve ruhu tahkikî imanı ile emniyet ve huzur içindedir.
Mü’min, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde olduğunu bildiği için, hiçbir şeyden endişe ve telaş etmez. Mü’min bilir ki, Allah onun hakkında bir musibeti takdir etmiş ise bundan kurtuluş yoktur. Eğer Allah takdir etmemiş ise hiçbir güç ona zarar veremez. Bu tevekkül ve düşüncesi mü’mini rahatlatır ve cesur kılar.
Allah’a tahkikî bir şekilde iman ile tevekkül eden adam hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hâdise karşısında titremez. Cesaretin kaynağı hakiki iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı da imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Böyle kimseler dünyanın bütün yükünü bellerine yükler ve altında ezilirler.
Tevekkül imanın bir meyvesi olduğu için, iman ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa, tevekkül de o nisbette kuvvetli olur. Netice olarak; “Kadere iman eden kederden emin olur”, tevekküle yaslanan ruhî hastalıklardan kurtulur, her iki cihanda da mes’ud ve bahtiyar olur.
Ama kâfir Allah’a ve onun kâinattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi imkân dâhilindedir. Bu yüzden her şeyde bir endişe, bir telaş duyar. Her hâdise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana dokunur mu?" der, hayatını zehir eder. Üstad Hazretleri bu mânaya numune için Amerika'da olmuş bir hâdiseyi söylüyor. Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçince "Acaba dünyaya çarpar mı?" endişesi ile imanı ve tevekkülü olmayan veya zayıf olanlar korkularından evlerinden çıkmış bazıları da kendini denize atmış.
İmanı sağlam ve tevekkülü tam olan bir mü’min; "Şayet bu yıldız Dünyaya çarpma emrini Allah’tan almış ise, tevekkülden başka yapılacak bir şey yoktur." der, hayret ve belki de tatlı bir korku içinde çarpmasını bekler. "Eğer o yıldız dünyamıza çarpmak için bir emir almamış ise, haddini aşamaz, vazifesini terk edemez, dünyamıza çarpamaz." der, endişe ve telaştan kurtulur. İşte Mü’min, imanı sayesinde huzur ve rahat içinde yaşar.
"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."(1)
İnsanın arkasındaki kuvvet ne kadar ise, emniyet ve gücü de o kadardır. Mesela valiyi arkasına alan bir adam, sadece valinin gücü kadar kuvvet kazanır. Padişahı arkasına alan adam ise padişahın kuvveti kadar bir kuvveti arkasında zahîr bulur.
Öyle ise Allah’ın kudret ve zenginliğine iman ve tevekkül ile yaslanan adam, O’nun sonsuz kudret ve zenginliğini arkasında zâhir bir kuvvet olarak bulur. Allah’a teslim ve tevekkül eden adam kimseden korkmaz, kimseye boyun eğmez. Bilir ki;
"Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir." (20. Mektub)
Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur ve mutlaktır. Varlık âlemindeki bütün icraatlar o sonsuz sıfatlarla yapılmaktadır; sebeplerin yaratma hususunda hiçbir tesirleri yoktur. Onlar sadece birer alet, birer vasıta ve birer perde vazifesi yaparlar. Her şeyin anahtarı O’nun yanındadır. Çekirdekleri açmakla onlardan ağaçları çıkaran da O’dur, yumurtaları açıp sayısız kuşları, balıkları yaratan da.
Her şeyin dizgini O’nun elindedir. Yani dünyanın dönüşünden, rüzgârların esmesinden, güneş sisteminin topyekûn hareketine kadar bütün faaliyetler O’nun koyduğu kanunlara göre icra edilmektedir. Hiçbiri, dizginlenmeyip başıboş bırakılan atlar gibi değildirler.
İmandan gelen bu emniyet ve ferah, yine her mü’minin iman gücüne göre değişir. İmanı çok kuvvetli olan, Allah’a istinad eden bir veliye kâinat bomba olup patlasa bir korku ve endişe vermez. Ama aynı emniyet ve aynı tevekkül anlayışı avam bir mü’minde tezahür etmez.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü