Üstadımız, "Kırk vefiyattan birkaç tanesinin kazandığı, diğerlerinin kaybettiğini" söylüyor, burayı nasıl anlamalıyız?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen, imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı taklidden tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur inşallah. Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir.

Saadeti ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor, dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor.

* * *

Müslüman, ümit ve korku arasında yaşar. Başta Efendimiz (asm) olmak üzere bütün Peygamberler ve mürşitler, tebliğlerinde bu ölçüyü temel almışlardır. Peygamber Efendimiz (asm) cennet ve cehenneme gidenlerin sayısını, bazı rivayetlerde bir deve, bazı rivayetlerde ise bir dananın sırtındaki bir benek ile dana veya devenin tüm diğer tüyleri ile mukâyese eder. Cennete gidenler benek kadar, cehenneme gidenleri ise, tüm tüyler kadardır anlamında ifâde eder. Bir keresinde ise şöyle der:

"... Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız..." (1)

Bunlar birer havf örneğidir. Ancak binlerce de ümit örnekleri de vardır.

Risale-i Nur Külliyatı'na baktığımızda, karşımıza aynı tablo çıkmaktadır. Hep ümit bahşeden ifâdeler ve araya serpiştirilen bir kaç havf örneği.

Kırk vefiyatın imansız mı yoksa günahkar mı gittiği konusuna gelince; ilk bakışta imansız gittiği şeklinde anlaşılmaktadır. Fakat doğrudan cennete gidemeyip, cehenneme gittikten sonra cennete gidenler şeklinde de anlamak mümkündür. Şunu unutmamak gerekir ki bu tespit, belli bir zaman dilimi için ifâde edilmiştir. Tüm zamanları kapsayan ifâdeler değildir. Allah demenin yasak olduğu, dini değerlerin tahrip ve tahrif edildiği ve dinsizliğe prim verildiği bir zaman dilimini kapsayan bir dönem için kullanılan ifâdeler olduğunu unutmamak gerekir.

Kaldı ki, yukarıda ki Hâdistende anlaşıldığı kadarıyla cennete gidenlerin sayısı az, cehenneme gidenlerin sayısı daha fazla olacaktır. Fakat bu tablo bizi ümitsizliğe sevk etmemelidir. On Yedinci Lem'a'da geçen şu ifâdeler bizim için bir ölçü olmalıdır;

"Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikâdını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve âdet çokluğunda değil.

Hayvânâtın kemiyet ve âdet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nispeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur."(2)

Evet, İnsan iman ile değer kazanır. Yoksa şeytanlaşmış bir hayvana inkılap eder. Hayvandan yüz derece aşağı düşer.

Vefat edenlerin çoğunun namazlı olduğu konusu ise, bazı hatıralara dayanmaktadır. Risalelerde böyle bir tespit yoktur.

* * *

"Kırk vefiyattan ancak bir ikisinin kurtulabildiğini, diğerlerinin kaybettiği..." ifadeleri Risale-i Nur'da geçiyor. Şöyle ki;

"Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"(3)

Bazı hatıralardan duyduğumuz kadarıyla; bu ehl-i keşfel kuburun, bizzat Üstad olduğu ve vefat edenlerin de cami cemaati olduğu anlaşılıyor.

Neden böyle olduğuyla ilgili, bir kısım pasajları alıp buraya ekleyelim;

"Bu asırda, din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imânın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Husûsan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münâfıkâne ve çeşit çeşit maskeler altında imânın erkânına yapılan sû-i kastlar pek dehşetli olmuştur. Çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir."

"Halbuki, imânın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruâtında yapılan lâkaydlıktan pekçok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki, şimdi en mühim iş, taklidî imânı tahkikî imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir, imânı kurtarmaktır. Her şeyden ziyâde imânın esâsâtıyla meşgul olmak, katî bir zarûret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet hâline gelmiştir. Bu, Türkiye'de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyledir."

"Evet, temelleri yıpratılmış bir binânın odalarını tâmir ve tezyine çalışmak, o binânın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?"

"İnsan, saray gibi bir binâdır. Temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan bir şeceredir. Kökü esâsât-ı imâniyedir."

"İmânın rükünlerinden en mühimi, imân-ı billâhtır, Allah'a imândır; sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, İmân ilmidir. İlimlerin esâsı, ilimlerin şâhı ve padişahı İmân ilmidir."

"İmân, yalnız icmâlî bir tasdikten ibâret değildir. İmânın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir imân, husûsan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî İmân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imânı elde eden bir kimsenin İmân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da mâruz kalsa, o kasırgalar bu İmân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez."

"İşte bu hakikatlere binâen, biz de tahkikî imânı ders vererek imânı kuvvetlendirip, insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur'ân ve İmân hakikatlerini câmi' bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı katiyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musîbetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için, yegâne kurtuluş çaremiz Kur'ân-ı Hakîmin imânî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerîmelerini tefsir eden yüksek bir Kur'ân tefsirine sarılmaktır."(4)

" İkinci Cihet: İman, yalnız icmali ve taklidi bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, ta büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misali güneşten ta deniz yüzündeki aksine, ta güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esma-i İlahiye ve sair erkan-ı imaniyenin kainat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var ki, "Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalat-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir" diye ehl-i hakikat ittifak etmişler."

"Evet, iman-ı taklidi, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikide pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakin mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidi İmân bir şüpheye karşı bazan mağlup olur."

"Hem iman-ı tahkikinin bir mertebesi de aynelyakin derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kainatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek derecesine gelir."

"Hem bir mertebesi de hakkalyakindir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulema-i ilm-i kelamın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve akli bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat, Kur'ân ın mucizekar cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye, o ulema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir."

"Halbuki Allah ı bilmek, bütün kainata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz i ve külli herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat i İmân etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine İmân etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek (hâşâ) hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah a İmân hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevi Cehennemin dünyevi tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler."

"Evet, inkar etmemek başkadır, İmân etmek bütün bütün başkadır."

"Evet, kainatta hiçbir zişuur, kainatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Halik-ı Zülcelal i inkar edemez... Etse, bütün kainat onu tekzib edeceği için susar, lakayd kalır."

"Fakat Ona İmân etmek, Kur'ân-ı Azimüşşanın ders verdiği gibi, O Halıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kainatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse..."(5)

Dipnotlar:

(1) bk. Tirmizî, Zühd 9, (2313); İbnu Mâce, Zühd 19, (4190).
(2) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a Altıncı Nota.
(3) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mes'ele.
(4) bk. Sözler, Konferans.
(5) bk. Emirdağ Lahikası-I, (63. Mektup.).

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

ustadım
İnsanın gerçekten tüyleri ürperiyor,ne dehşetli bir asırdayız!!!İnsan namazı tam kıldığı halde imanı,ufak bir şüphe, bir yara aldımı o namaz dahi işe yaramıyor...Merak ettim de hem bu cami cemaati meselesinin kulaktan duyma bir bilgi olmadığını da göstermek için hatırayı hangi abinin naklettiğini veya hatırayı aynen nakledebilir misiniz?ALLAH yardımcınız olsun VESSELAM
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Mehmet Selim)
Bu hatıranın kitabi olarak değilde, sohbet vakitlerinde bahsedildiği bilinmektedir. Fakat, "Cami cemaati" tabiri yerine, "namaz kılmayan yoktu ki" ifadesi daha yaygındır. Yani Üstad Bediüzzaman'a sormuşlar; "Bu kaybedenlerin arasında namaz kılan var mıydı?" cevap olarak; "Namaz kılmayan yoktu ki.." ifadesi kullanılmıştır. 
Yani senede bir veya iki bayram namazı da kılanlar, sadece haftada bir cuma namazını kılanlar, aklına estikçe namaz kılanlar da namaz kılmaktadır. Bu ifade, "Cami cemati" tabiri yerine daha güzel ve manidar bir mana oluşturmaktadır. Çünkü Camiye günde beş defa gidenler, "cami cemaati " tabiri içerisinde değerlendirilir. Bunların dahi çok büyük bir kısmı imansız gidebiliyorsa, insanlara ciddi bir yeis ve ümitsizlik kapısı açılmış olabilir.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
nurrumuz
cevabınız için teşekkür ederim. belirttiğiniz gibi cami cemaati tabiri yerine ''namaz kılmayan yoktuki" ifadesi daha muvafık. zira: Beş vakit namazını ta'dil-i erkân ile kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme. Yedi kebairi terk et, çünki sagairi arayacak zamanda değiliz. İttiba'-ı sünnet et, zira bu zamanda arkasında gidilecek ve harekâtı taklide değer saf, hâlis ve muhlis bir hâdî ki, (o da seni yine bu yola götürecektir) maalesef bulamayacaksın. (Barla L.) Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. (Kastamonu Lahikası)
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...