"Yakin"; "İlmelyakin", "Aynelyakin", "Hakkalyakin" ne demektir?

"Yakin"; "İlmelyakin", "Aynelyakin", "Hakkalyakin" ne demektir?
Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Yakin, sözlük mânâsıyla “sağlam, kesin bilgi; tereddütsüz, şüphesiz ilim.” demektir. Daha geniş ve daha güzel bir başka tarif şöyledir: “Bir şeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmek.”

Bu tarifte, yakinin iki mühim manası karşımıza çıkıyor.

Birisi, bir şeyi gerçekte nasılsa öyle bilmek. Buna, “vakıa mutabakat” deniliyor.

Diğeri ise, itikad-ı sahih, yani bu inançta zerrece şüphe etmemek. Mesela, haşrin cismani değil de sadece ruhani olduğuna tam olarak inanan bir insan, yakine erememiştir. Zira bu iman yakinin birinci şartını taşımıyor. Yanlış inanca ise yakin denilmez.

Yakinin üç ana mertebesi vardır:
- İlmelyakin,
- Aynelyakin,
- Hakkalyakin.

Bazıları, “ilmelyakin”i zayıf bir itikat zannederler. Hâlbuki bu mertebelerin her üçü de kâmil imanı ifade eder. Yakin kelimesi üçünde de geçtiğine göre, her üç mertebe de “vakıa mutabık”, her üç mertebe de “şüpheden uzak.” İmanda, vakıa mutabakatı, yani hakikata uygunluğu, kanaatimizce, şöyle anlamak gerekir: İman hakikatlerine Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği gibi inanmak.

Meselâ; Allah’a iman hususunda, Allah’ı bütün sıfatlarıyla bilmek. O’nu vacib, ezelî ve ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh tanımak vakıa mutabıktır. Bütün müminler Allah’a böylece iman ederler.

Yakin imana sahip olanlarda iman, kulun fiil ve hâl âleminde daima tesirini gösterir. Mesela, melâikeye her mümin inanır. Melekleri Kur’an-ı Hakim’in bildirdiği gibi bilen bir insanın bu imanı vakıa mutabıktır ve şüpheden de uzaktır. Ama melekleri sözü edildiği zaman hatırlamak başka, her adım atışında, her söz sarf edişinde onları yanı başında bilmek daha başkadır. İşte bu ikincisi yakin imandır. Bunda da üç ana mertebe ve her mertebede sonsuz dereceler var.

İlmel yakin, bir şeyin, bir hakikatın varlığını iki kere iki dört eder gibi kat’i bilmektir.

Aynel yakin; bir şeyin varlığını veya bir hakikatini, gördüğü, bildiği, hissetiği yahut işittiği, kısacası his âlemine giren bir şeyi bilir gibi kat’i bilmektir.

Hakkal yakin ise; bir şeyin varlığını, yaşadığımız bir hali bilmemiz derecesinde bilmektir. Meselâ; biz hafızamızın olduğunu ilmen ve yakinen biliriz. Ve bundan kesinlikle şüphe etmeyiz. Aynı şekilde, elimizin varlığını görerek, aynelyakin biliriz. Bunda da kat’iyen şüphemiz olamaz. Bir de, hayatta olduğumuzu bilmemiz vardır ki bunu ne düşünerek, ne görerek değil, bizzat yaşayarak biliriz. Bu biliş ise hakkalyakindir.

Kâtibin varlığına yazının varlığından çok daha kuvvetle inanan her insan, kendi varlığına inanmasının çok üstünde bir iman ile Allah’ı bilecek, ona iman edecektir. Yani kendi varlığından şüphe etse bile yaratanından etmeyecektir. Bu noktaya gelen mümin yakine ermiştir.

Risale-i Nur'dan bir hakikat dersi:

"Gördüm ve hissettim ve hakkalyakin zevkettim ki; bekamın lezzeti ve saadeti aynen ve daha mükemmel bir tarzda Baki-i Zülkemalin bekasına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna, tasdik ve imanımda ve iz’anımda vardır." (Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem'a.)

Yani, “Mademki Allah’ın bekasına inanıyorum, öyle ise benim için artık hiçlik, yokluk, ayrılık düşünülemez. Zira onun ilminde bakiyim. Bu dünya sahifesinden silineceğim diye zerrece müteessir olmam.” O, bu ince hakikati sadece keşfetmekle kalmıyor, bu manayı eşyayı görür gibi hissediyor ve ona gark olmanın safasını ruhunda, kalbinde olanca canlılığıyla yaşıyor.

İşte Allah’ın bekasına hakkalyakin iman budur. Bu mana, Allah’ın diğer sıfatları için de düşünülebilir, güzel ahlakın bütün şubeleri için de.

Şu nokta gözden ırak tutulmamalı: Allah’ın zatı bilinmez. İman ne kadar kâmil olursa olsun, Allah’ın zatını hakkalyakin olarak bilmek mümkün değildir. Yakinin üç mertebesini, tahkiki imanın mertebeleri, yahut imana ulaştıran delillerin kuvvet dereceleri olarak anlamak gerekir.

“Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Hâlbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazen mağlup olur.

Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur'an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez.” (Emirdağ Lahikası, 1. Cilt)

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Y
Okunma sayısı : 85.117
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

nurcu56

"Hakkelyakîn" ve "aynelyakîn" ne demektir? Bu mertebeye ulaşan kişi, sadece tefekkürü ile Allah´ın isimlerini mi okuyabilmektedir? Yoksa, bir şeyler mi görüyor ve müşahade ediyor?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Sorularla Risale

Yakîn, bir şeyin katilik ve kesinlik kazanmış haline denir. Bir şeyin kati ve kesin olabilmesi de, ancak kuvvetli delil ve ispatlar ile mümkündür. Bu kuvvetli delil ve ispatların da kendi arasında dereceleri çoktur. İşte ilmelyakin, aynelyakin ve hakkelyakin tabirleri,  bu delil ve ispatların kuvvet ve makamına işaret eden hususi birer mefhumdurlar.

Yakîn; “Tereddütsüz, şüphesiz ilim. Bir şeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmektir.”

Bu tarifte, yakînin iki önemli ciheti karşımıza çıkıyor. Birisi, bir şeyi gerçekte nasılsa öyle bilmek. Buna, “vakıa mutabakat” deniliyor. Diğeri “itikad-ı sahih”, yâni bu inançta zerrece şüphe etmemek.

Meselâ, haşrin cismanî değil de sadece ruhanî olduğuna tam olarak inanan bir insan, yakîne erememiştir. Zira bu iman yakînin birinci şartını taşımıyor. Yanlış itikada ise yakîn denilmez.

İmanda, vakıa mutabakat, yâni hakikata uygunluk “iman hakikatlerine Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği gibi inanmak”tır.

Bir hakikate inanmak başka, fiil ve hâl âlemini onunla tertip ve tanzim etmek daha başkadır. İşte yakîn imana sahip olanlarda iman, kulun fiil ve hâl âleminde daima tesirini gösterir.

Yakînin; hakka’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve ilme’l-yakîn olmak üzere üç mertebesi vardır. Yakinin üç mertebesi de şüphesiz ve kâmil bir imanı ifade eder.

İlme’l-yakîn; bir şeyin varlığını kesin olarak ilmen bilmektir.

İlme’l-yakîn; bir hakikatin varlığını iki kere iki dört eder gibi kat’i bilmektir.

Bazıları, “ilme’l-yakîn”i zayıf bir itikat zannederler. Hâlbuki bu mertebelerin her üçü de kâmil imanı ifade eder. Yakîn kelimesi üçünde de geçtiğine göre, her üç mertebe de “şüpheden uzaktır.”

Ayne’l-yakîn; bir şeyin varlığını, gördüğümüz, bildiğimiz ve hissettiğimiz bir şeyin varlığı gibi bilmektir.

Hakka’l-yakîn ise; bir şeyin varlığını, yaşadığımız bir hali ve hakikati bilir gibi bilmektir. 

Yine o şeyi yaşadığı bir hakikatin varlığını bilir gibi bilmek ise hakka’l-yakîndir.

Meselâ, biz hâfızamız olduğunu ilmen ve yakînen biliriz. Ve bundan kesinlikle şüphe etmeyiz. Aynı şekilde, elimizin varlığını görerek, aynelyakîn biliriz. Bunda da kat’iyen şüphemiz olamaz. Bir de, hayatta olduğumuzu bilmemiz vardır ki bunu ne düşünerek, ne görerek değil, bizzat yaşayarak biliriz. Bu biliş ise hakkalyakîndir.

İmanın bu üç mertebesinin derece ve manasına işaret eden bir misal şöyle ifade edilmiştir;

Bir tepenin arkasında bir ateş yanıyor; biz ise tepenin beri tarafındayız. Dumanından, tepenin ardında bir ateş olduğuna intikalimiz ilmelyakini ifade eder.

Tepenin başına çıkıp ateşi gözümüzle görmemiz aynelyakini ifade eder. Bu yakin, derece ve sağlamlık bakımından öncekinden daha kuvvetlidir.

Ateşin yanına yaklaşıp, sıcaklığını hissetmemiz ise hakkelyakini ifade eder ki, bu mertebe evvel ikisinden daha sağlam, daha kuvvetlidir ve katiyet ifade eder.

Allah’ın her bir isminin mana ve tecellisini kâinat sayfasında görüp okumak, ayrı ve ziyade bir iman mertebesidir.

Mesela birisi Allah’ı on ismi ile tanıyor ve ona göre bir marifet kesp ediyor, diğer birisi ise yirmi ismi ile tanıyıp ona göre marifet kesp ediyor. Elbette ikisinin iman ve marifet mertebesi aynı olmaz. Allah’ın her bir ismi ayrı bir marifet penceresi olup insana ayrı bir marifet kazandırıyor ve imanını inkişaf ettiriyor. Her penceresinde ayrı bir manzara olan bir sarayın bir iki penceresine hapis olanlar, sarayın sair pencerelerinden ve o pencerelerde tezahür eden manzaralardan da mahrumdurlar.

Ayrıca, Allah’ın isimlerinin tecellilerini görmek ile gaybi âlemleri görmek farklı şeylerdir. Allah’ın isimleri maddî manevî her âlemde ihata ile tecelli etmiştir. Bu isimleri görmek için ille de gaybi ve manevî âlemleri görmek gerekmiyor. 

“Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Hâlbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazen mağlup olur.

Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur'an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez.” (Emirdağ Lahikası, 1. Cilt)

İmanda artma ve azalma olmaz ancak imanın kuvvetli ve zayıf olması söz konusudur. İmanın keyfiyet olarak zerreden güneşe kadar dereceleri vardır. İman ancak marifet, ibadet ve tefekkür ile ziyadeleşir, kuvvetlenir.

Güneş camda da tecelli eder okyanusta da.

“Mum bir ışık kaynağıdır ancak az bir rüzgâr ile sönebilir. El feneri de ışık saçar, o da pili bitince söner. Kullandığımız elektrik de bir ışıktır, sigortanın atmasıyla o da söner. İman güneş gibi olmalıdır ki, ne rüzgârla, ne de sigorta atmasıyla sönmesin.

Aynı şekilde mahiyet itibariyle bir damla da sudur, okyanus da.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “İman, yalnız icmali ve taklidi bir tasdike münhasır değil, bir çekirdekten tâ bir büyük hurma ağacına kadar ve eldeki ayinede görülen misali güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir Esma-i İlahiyye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var ki, bütün ilimlerin ve marifetin ve kemalat-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kutsiyedir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)

Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.) şöyle buyurur: "Birinizin elbisesi eskidiği gibi göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah'tan kalbinizdeki imanı tazelemesini dileyiniz." (Camiüssağir) 

“İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ sözü ile tecdit ediniz ve yenileyiniz.” (Müsned, II/359)

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
nurcu56

"İlmelyakin", "hakkalyakin" ve "aynelyakin" gibi kelimelerin, "iman-ı şuhud" ile farkı var mıdır, varsa bu fark nelerdir?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Sorularla Risale

Şuhud-u İmani: Tarikat berzahına girerek,  kalp ayağı ile seyrüsüluk neticesinde elde edilen şuhudi iman mertebesidir. Bu mertebeyi Üstad şu şekilde tarif ediyor:

"HÂTİME: Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhudunaistinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasızkeşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikîninkavânin-i hadsiyeleridir."(1)

İman-ı Bilgayb: Veraseti nübüvvet mesleği içinde "hakkalyakin, aynelyakin, ilmelyakin" bir tarz ile imanın en yüksek ve en kuvvetli bir mertebesidir. Bu şuhudi mertebede vahiyden gelen bir hususiyet ile iman, gayet derecede ihatalı ve safidir. Hata ve aldanma yoktur. İman edilen şey, ihata ile idrak olunur.

Ama tasavvuf süluku ile elde edilen şuhudda ise, ihata ve safilik tam manası ile olmadığından, yanlış tabir ve teviller olabilir. Onun için tasavvufta çok büyük evliyalar, veraset-i nübüvvette giden küçük evliyalara yetişemiyor.

Bu nübüvvet mesleğinde de iman edilen şeylerin görülmesi ve şuhudu vardır; ama tasavvuf ehlinin dar ve ihatasız şuhudu gibi değildir. Yoksa şuhudu iki şubeye ayırmadan, genel olarak gayba iman, şuhuttan efdaldir dersek, o zaman Hazreti Peygamber (asm)'in de miraçta şuhudun şahikasına çıkan iman mertebesinin, gaybe iman mertebesinden aşağıda dememiz icab eder ki, butlanı zahirdir.

Burada gaybe iman demek, aynelyakin ve hakkalyakin meratibinin dışında ilmelyakine mahsus bir mertebe demek değildir. Kıyaslanan tasavvuf mesleği ile veraseti nübüvvet mesleğindeki mertebelerdir. Veraset-i nübüvvetin ilmelyakin mertebesi, tasavvufun şuhudundan daha üstündür.

(1) bk. Mektubat, On Sekizinci Mektup

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...