"Adem" ne demektir, tarif edilebilir mi?
Değerli Kardeşimiz;
"Dünyada en zor ve en imkânsız şey, olmayan bir şeyi tarif etmek" denilmiştir. Bu yüzden, mutlak yokluğu tarif etmek mümkün ve kabil değildir, çünkü yokluk diye bir şey yoktur.
Kâfirler öldükten sonra yok olacaklarına inandıkları için, bu itikatlarının cezası olarak her an yok olma korkusu ve endişesi ile yaşarlar, ama asla yok olmazlar.
Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:
"Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye, bazı ehl-i tahkik 'a'yân-ı sâbite' tabir etmişler. Öyleyse, fenâya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer."(1)
Yokluk mukayyet ve mutlak olmak üzere iki türlüdür.
"Mutlak yokluk"; ezelî ve ebedî var olan Allah’tan dolayı mümkün değildir. Çünkü ikisi zıttır ve cemi muhaldir. Yani Allah mutlak bir şekilde varken, yokluk mutlak olarak olamaz; Allah’ın mutlak varlığı buna asla müsaade etmez.
Sonsuz hikmeti, eserleri ile sabit olan Allah’ın, ahiret yurdunu kurmayıp insanları hiçlik kuyusuna atması hikmetle bağdaşmaz. Mutlak yokluk hikmetsizliktir, Allah ise hikmetsiz iş yapmaktan mukaddes ve münezzehtir.
Ruh sahibi bir kuşun o güzel ve tatlı mânaları bu dünyada ifade ettikten sonra, ölüm ile yok olup hiçliğe atılması, Allah’ın sonsuz hikmetine zıttır. Hiçbir şey hususen insan, ölüm ile yokluğa ve hiçliğe değil, ikinci ve daimî bir saadete veya ebedî bir azaba gidiyor
Mukayyed Yokluk: Bir şeyin âyan-ı sabite noktasından, yani Allah’ın ezelî ilminde ilmî bir vücud şeklinde var olduğu halde, henüz haricî bir varlık kazanamamış haline denir. Bu yokluk izafîdir. Yani maddî ve kevnî âlemde olmayan bir şey, başka bir varlık sahasında bulunabilir. Mesela; Allah’ın ilminde ilmî bir vücud ile bulunduğu halde, haricî ve maddî âlemde olmayan bir şeye mutlak yok denilemez.
"... Öyleyse, fenâya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer." (2)
Mevcudatın yoktan var edilmesi, kevni ve maddî olarak sonradan yaratılması manasındadır. Yani mevcudat Allah’ın ezelî ilminde vardı, İlahi kudret onlara maddî bir libas giydirerek bu izafi yokluğu da gidermiş oldu.
Eşyanın ilm-i İlâhîdeki hallerine “mahiyet” denilir. Bu ilmî vücutlara Muhyiddin Arabî hazretleri âyan-ı sabite demiştir. İlmî vücutlar mahlûk değildirler, ancak kudret dairesine çıktıklarında mahlûk olurlar ve “hakikat” adını alırlar.
Buna göre, Allah’ın ilmindeki mahiyetler esmâ-i İlâhiyenin gölgeleri, ilim dairesinden kudret dairesine geçenler ise gölgelerin gölgeleridir.
Varlık; vacib ve mümkün olmak üzere iki sınıftır.
Vacib olan varlık; Ezelî ve Ebedî olan Allah’ın varlığıdır. Allah Vacibü’l-Vücuddur. Yani varlığı zatındandır, ezelîdir, ebedîdir, olması vacib, olmaması muhaldir. Allah bizatihi kaimdir, yani bir başkasının yardımı ve bekası ile varlığını devam ettirmez. O’nun varlığı kendinden olup, hiçbir varlığa muhtaç değildir. Yokluk, bu varlığa yanaşamaz. İşte bu varlık mertebesi, mutlak yokluğu ebediyen imkânsız kılıyor.
Mümkün varlık ise; varlığının başı ve sonu olan, var olması da yok olması da müsavi olan bütün mahlûkat mümkün grubuna girer. Allah dilerse bu varlıkları yok eder, dilerse var eder; burada yokluk izafî ve mukayyed yokluktur. İnsan kendisinin mümkün bir varlık olduğunu bilmekle etrafındaki bütün eşyanın da mümkün olduklarını bilir ve bütün bu mümkünat âleminin vacib bir sahibi ve maliki olduğuna hükmeder.
Bir zamanlar yoktuk, Allah’ın lütfüyle var olduk, yarın ise bu dünyadan ahiret âlemine göçeceğiz. Daire-i ilminden daire-i kudrete geldik. Daire-i kudretten yine daire-i ilmine geçeceğiz. Biz ezelî değiliz, ama Allah’ın Bâki ismine mazhariyetle ebedîyiz. Bizim vücudumuz Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının, cemal ve kemalinin bir aynasıdır. Bir nehrin yüzündeki kabarcıkların sürekli olarak değişmesi gibi, biz de her an değişmekteyiz. Bir zamanlar dedelerimiz ve babalarımız Allah u Teâlâ Hazretlerinin isimlerinin aynası idiler, şimdi ise onların bedeline o ayinedârlık vazifesini bizler yapıyoruz. Bu hal kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Hulasa; mutlak yokluk diye bir şey yoktur; bu da yok olduğu için tarifi mümkün değildir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup.
(2) bk. age.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü