"Akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir."
Tasavvuf ve Tarikat Mesleği; kalbi esas alıp riyazet ve seyr ü süluk ile nefsi terbiye edip Kur'an ve iman hakikatlerine vasıl olma yoludur. Bu meslekte aklın işlettirilmesi bütün bütün reddedilmiyor, ikinci planda kalıyor demek daha doğru olur. Daha ziyade kalp ayağı ile seyr ü süluk vardır. İnsandaki diğer latife ve sırlar ihmal içindedir.
Üstad Hazretleri sadece kalbin inkişaf ettirilme esası üzerine giden tasavvuf mesleğini, diğer latife ve hissiyatların ihmal edilmesi noktasından bu mesleği eksik görüyor.
Üstad Hazretleri hususan bu meslek içinde hususiyet kesb etmiş Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhûd mesleklerinin, bu zamanda eksiklikten daha ziyade tehlike taşıyan meslekler olduğunu da ayrıca nazara veriliyor. Zira maddeciliğin hüküm sürdüğü bu asırdaki insanların bu mesleklerde gitmelerinin mümkün olmadığını nazara veriyor.
Vahdet-i Vücud: Allah’ın varlığından başka varlıkları inkâr edip, sadece Allah’ın varlığına hasr-ı nazar etmektir. Yani Allah’ın Zat-ı Akdesi dışında hiçbir varlığı kabul etmiyorlar. Eşyanın varlıklarını kabul etmemelerinin sebebi ise, huzur-u İlahi’yi kazanmak içindir. Zira eşyayı Allah ile kul arasında bir mani olarak görüyorlar. Bu meslek akıldan ziyade, halî ve kalbî bir meslektir. Onun için aklın mikyası ile tartılamaz. Bunu anlamayan bazı âlimler İbn-i Arabî Hazretlerini tekfir etmişlerdir.
İlm-i Kelam Mesleği: Akıl merkezli bir meslektir. Tasavvuf mesleği kalbi esas alıp insanın sair duygu ve latifelerini ihmal ettiği için nâkıstır. Aynı şekilde bu meslek de sadece aklı esas alıp sair his ve latifeleri ihmal ediyorlar. Allah’ın varlığını aklî bir takım delillerle ispatlayıp, sair isim ve sıfatlarının kâinattaki tecelli ve tezahürlerini, rububiyet ve ulûhiyet manalarını okuyamıyorlar. Dolayısı ile bu tarz bir varlık kabulü sağlam ve tahkikî bir imanı temin etmiyor. İşte İbn-i Arabî bu noktada meşhur şu veciz ifadesini söylüyor; “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.” Yani Allah’ı bilmek sadece aklî deliller olan devir ve teselsül ile varlığını ispatlamaktan ibaret değildir. Zira Allah’ın varlığını kabul ile beraber, isim ve sıfatları ile O’nu bilmek ve tanımak lazımdır.
Cenab-ı Hakk’ın Zâtını, isim ve sıfatlarını Kur'an-ı Kerîm'in beyan ettiği veçhile bilenler, O Zât-ı Akdes'i nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olarak tanırlar. O’nu ulûhiyetinin şanına yakışmayan her türlü batıl fikirlerden, hayallerden, vehimlerden tenzih ederler. İmanları taklitten, tahkike yükselir, İnsî ve cinnî şeytanların ifsatlarına ve nefislerinin desiselerine kapılmaz, tereddüd ve şüphelere düşmezler.
Cenab-ı Hakk’ı Kur’an’ın bildirdiği ve Hz. Peygamber (a.s.m)’in ders verdiği gibi tanıyan, bütün enfüsî ve afakî delilleri okuyan, İlahî isimlerin kâinattaki tecellilerini tefekkür eden bir mü’min, O’nu bütün kemal sıfatlarla muttasıf, vücudu vacib, kudreti nihayetsiz, ilmi muhît, iradesi mutlak olarak bilirler.
Marifetullah; Cenab-ı Hakk’ı, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (a.s.m)’in ders verdiği gibi tanımaktır. Allah’ı bilmek ise, evvelâ, varlığını ve birliğini bilmekle mümkün olur. Allah’ı bilmek dinin temelidir ve bütün ahkâm-ı diniye ona bina edilir. Bu da ancak afakî ve enfüsî deliller ile Allah’ı şeksiz ve şüphesiz, yakînen, gözle görür gibi bilip inanmaktır.
Sahabe Mesleği: Bu meslekte Allah’ın varlığının dışındaki eşyanın vücudu ne inkâr edilir ne de unutmaya terk edilir. Eşya varlık olarak sabittir. Ama eşya Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir aynadır, harika san’attır ve mükemmel bir tarif edicidir. Hangi varlığa nazar edilse orada Allah’ın varlığını ve birliğini ihtar ve işaret eden bir levha görülür. Onun için her şey Allah’ı hatırlatıp huzuru kazandıran birer vasıtadır. Bu yüzden, eşya ne inkâr edilir, ne de nisyan perdesine sarılır. Üstelik eşya Allah’ın sadece varlık ve birliğini göstermiyor, O’nu bütün isim ve sıfatları ile tarif edip, kâmil bir imanı temin ediyor. Onun için Kur’an kâinat kitabını okutturan ve ders veren bir muallim gibidir. İşte sahabeler bu vechi ile Kur'an ve kâinatı okudukları için, tasavvuf ve kelamın en büyük üstadları, en küçük sahabeye yetişemiyorlar. Risale-i Nur da aynı meslek üzerinde gidiyor.
Bir de sahabe mesleğinde sadece kalb ve akıl esas alınmıyor, insandaki bütün his ve latifeler tam inkişaf ettiriliyor. Bu yüzden, bir eksiklik yoktur. Sahabe mesleği olan Risale-i Nur mesleğinde insanın bütün latife ve duyguları tatmin ve inkişaf ediyor.
Akıl ve kalb iki esas hükmünde latifelerdir. Bunların işleyiş ve vazifeleri birbirinden farklılık arz eder. Aklın mantıkî kaziyeler ve ispat tarzı ile elde ettiği şeylere ilim denir. Kalbin nurlanması ve inkişafı ile elde ettiği hakikatlere de marifet denir. Yani ilim aklın, marifet de münkeşif kalbin neticesidir. Risale-i Nurlarda her ikisi de vardır. Hatta eskiden on beş sene medrese eğitimi ile elde edilen imana dair ilimleri Risale-i Nur on beş haftaya; kırk sene kalbin tezkiyesi ve nefis terbiyesi ile elde edilen marifetleri Risale-i Nur kabiliyeti olanlara kırk dakikaya indirmiştir. Yani Risale-i Nurlarda hem ispat üzerine giden mantıkî ilimler hem de kalb ayağı ile elde edilen marifet ilimleri beraber bulunuyor. Bunun yanında bu ikisinde bulunan ibadet manası da vardır. Zira ilim ve marifet ile meşgul olmanın ibadet olduğu ayet ve hadislerle sabittir.
Felsefe; hikmet sevgisi ve hikmet arayışı demektir. Istılah olarak ise, herkesçe kabul edilen tam bir tarifi yoktur. Her felsefî ekol kendi açısından ve kendi meşrebine göre tarif yapmıştır. Bu yüzden, müşterek ve umumî bir tarif yapamıyoruz. Ama Risale-i Nur'da öne çıkan vechesi ile felsefe doğru ve mutlak bilgiye ulaşmanın ancak akıl ile mümkün olacağını savunan bir düşünce sistemidir.
Felsefe, vahyin terbiye ve riayetine girmez, aklı esas alır. Felsefeye göre insan, aklı ile her şeyi bilebilir ve bulabilir. Bu yüzden, vahiy ve peygamberin terbiyesine girmeye kendini mecbur bilmiyor. Bu noktadan felsefi ekollerin büyük bir kısmı dini ve vahyi inkâr eder.
Üstad Hazretleri Risale-i Nur'un çok yerlerinde akıl ile vahyin mukayesesini yapar ve aklın tek başına hakikate ulaşamayacağını kat’î deliller ile ispat eder. Aklı yıldız böceğine, vahyi ise güneşe benzetir. Şayet akıl kendine itimat edip vahiyden kendini uzaklaştırırsa, yıldız böceği gibi karanlıklar içine gömülür, kendi âzalarını bile göremez hale gelir, der. Bu hali ile güneşe meydan okuması ise son derecede gülünç ve maskara bir durumdur.
İnsan cüz’î aklı ile Allah’ın sonsuz ilminden süzülüp gelen vahye meydan okuması ve aklı kendine mutlak rehber görmesi azim bir hatadır. Bunun en güzel delili felsefe âleminin hakikatleri bulmaktaki acziyet ve zafiyetidir. Felsefe âleminde her felsefi ekol diğer ekolleri tezyif ve tahkir içindedir.
Felsefenin dâhileri olan Aristo ve Sokrat gibi filozoflar ilahiyat noktasında ne kadar ibtidaî oldukları, eserleri ve fikirlerinde görünüyor. Aristo’nun ilk sebep tezi, Allah’ı anlamak noktasında ne kadar aciz ve kısır olduklarını gösterir. Bırakın kâinatta Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görmeyi ve okumayı, Allah’ın varlığını bile görmekte zorlanmışlardır. Bu da mücerred aklın, vahiy karşısında ne kadar aciz ve zayıf olduğunu gösteriyor. Hâlbuki vahiy her şeyde ve bütün kâinatta Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının tecellilerini en ami adama da okutturup ders veriyor. Aristo’nun okuyamadığı ince meseleleri, Kur'an’ın en basit talebesi bile okuyabiliyor.
Üstad Hazretleri felsefeyi müsbet ve menfi olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Menfi kısmını şiddetli bir şekilde tenkit ederken, müsbet kısmına da sıcak bakmıştır. Üstad Hazretleri Risale-i Nur'un çok yerlerinde menfi felsefenin bozuk ve esassız temellerini kat’î deliller ile çürütmüştür.
Menfi felsefe, aklı esas alıp, vahye meydan okuyan, dine muarız bir yoldur. Müsbet felsefe ise vahye tâbi, onun terbiye ve rehberliği ile hareket eden, din ile barışık bir yoldur. Risale-i Nurlarda muzır ve dalalet olarak gösterilen ise menfi felsefedir.
Felsefe, kâinata ve mevcudata mana-yı ismî ile bakmaktır. Yani felsefeye göre kâinat Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mektep değil, kendi hesabına manasız ve sanatkârsız bir tesadüf yumağıdır.
Üstad Hazretlerinin "ruhumu kirletti" dediği felsefe, aslında menfi felsefe değil, müsbet felsefenin Kur’an karşısında gayet sönük olan tarz ve metotlarıdır. Evet, vahyin neticesi olan Kur’an’ın iman hakikatlerine dair getirmiş olduğu deliller ve usuller ile aklın meyvesi hükmünde olan felsefenin getirmiş olduğu delil ve usuller arasında dağlar kadar fark vardır.
Felsefenin getirdiği devir ve teselsül delilleri imana dair huzur ve itminanı vermekten gayet uzak iken, Kur’an’ın getirmiş olduğu ihtira ve inayet delilleri her şey üstünde Allah’ı isim ve sıfatları ile gösteriyor ve tanıttırıyor ve hakiki marifet dersini veriyor.
Üstad Hazretleri bir dönem iman hakikatlerini felsefenin uzun ve muğlak delilleri ile ispata kalkışmış ve bunların dinsizlik karşısında yetersiz olduğunu tecrübe etmiştir. Üstad Hazretlerinin "ruhumu kirletti" demesi, "boş yere meşgul etti" manasındadır. Yoksa menfi felsefenin tesiri altında kalıp, kalb ve ruhunun yaralanması manasında değildir.
Üstad Hazretleri iki meslek arasındaki azim farka şu şekilde işaret ediyor:
"Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:"
"Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:"
"Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor."
"Amma Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَفِى كُلِّ شىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu her şeye okutturuyor."
"Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor."(1)
(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar