"Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü, aklı, fikri hikmet-i felsefiyeyle bir derece yaralıydı, tedavi lâzımdı." Burayı nasıl anlamalıyız?
Değerli Kardeşimiz;
Ehl-i Tarikat dediğimiz tasavvuf mesleği ile gidenler, akıldan ziyade kalb ayağıyla inkişaf etmeye ve manen terakki etmeye çalışmaktadırlar.
Üstadımız eskiden beri müsbet ilimlerle iman hakikatlerini izah ve ispat etme ve kâinatta vuku bulan hâdiseleri Kur’ân ’ın ışığında izah etme yolunda gitmiştir.
"Aklı, fikri hikmet-i felsefiyye ile bir derece yaralıydı, tedavi lâzımdı" ifadesinde Üstadımız kendi nefsini muhatap alarak, felsefî fikirlerle yaralanan insanların tedaviye muhtaç olduklarını nazara veriyor. Bu tedavi için sadece kalb ayağıyla hareket etmenin yetmeyeceğine işaret ediyor.
On İkinci Söz’de Kur’ân şakirtleriyle felsefe talebelerinin görüşleri maddeler halinde sıralanıyor. Bu Söz dikkatle okunduğunda “aramızdaki derenin pek derin olduğu” ve onlara taviz vermekle bir yere varılamayacağı çok iyi anlaşılır.
Üstad Hazretlerinin de bir dönem felsefe ile meşgul olduğunu anlıyoruz. Çünkü bu sahayı bilmeden menfi fikirlerle mücadele etmesi mümkün değildir.
İmam-ı Gazzalî Hazretleri de dinsiz felsefeyle mücadele etmek için filozoflardan çok daha ileri bir felsefe mütehassısı olmuş, ondan sonra o meşhur "Tehâfütü'l-Felâsife" adlı eserini te’lif etmiştir.
Tasavvuf ve Tarikat Mesleği: Kalbi esas alıp riyazet ve seyr ü sülûk ile nefsi terbiye edip, Kur’ân ve iman hakikatlerine vasıl olma yoludur. Üstad Hazretleri sadece kalbin inkişaf ettirilme esası üzerine giden tasavvuf mesleğinin bu günün manen yaralı ve hasta insanlarını tedavide yetersiz kalacağını görmüş o yaralı insanların kalb ve akıllarını tatmin etmek üzere Nur Külliyatını telif etmiştir.
Üstad Hazretleri bilhassa vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhûd mesleklerinin, maddenin hâkim olduğu bu dehşetli asrın insanlarına faydadan ziyade zarar vereceğini ifade ediyor.
İlm-i Kelam Mesleği: Aklı esas alan bir meslektir. Tasavvuf mesleği sadece kalbi esas alıp insanın sair duygu ve latifelerini ihmal ettiği gibi, aynı şekilde bu meslek de sadece aklı esas alıp kalbi ihmal ediyor.
Sahabe Mesleği: Bu meslekte eşyanın vücudu ne inkâr edilir, ne de unutmaya terk edilir. Eşya Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir mükemmel tarif edicidir. Hangi varlığa nazar etsen orada Allah’ın varlığını ve birliğini ihtar ve O’na işaret eden bir levha görürsün. Kur’ân kâinat kitabını okutturan ve ders veren bir muallim gibidir.
Evet, kalbinde basiret nuru parlayan kâmil bir mü’min bu kâinattaki bedi’ ve garib eserlerde tecelli eden isim ve sıfatları ibretle ve hayretle okur, her varlık üstünde Cenab-ı Hakk’ın sikkesini, turrasını ve mührünü görür.
Bütün mahlûkat, Allah’ın sonsuz kudretini ve nihayetsiz fiillerini gösteren ayinelerdir.
Risale-i Nur mesleği tasavvuf mesleği gibi sadece kalbi veya kelam ilminde olduğu gibi sadece aklı esas almıyor. Akıl ve kalbin birlikte hareket etmesi ile bütün manevî latifelerin ve cihazların işletilmesini esas alıyor.
Felsefe kelime olarak hikmet demektir. Istılah olarak ise, herkesçe kabul edilen bir tarifi yoktur. Her felsefî ekol kendi açısından ve kendi meşrebine göre tarif yapmıştır. Ama Risale-i Nur'da öne çıkan vechesi ile felsefe, doğru ve mutlak bilgiye ulaşmanın ancak akıl ile mümkün olacağını savunan bir düşünce sistemidir.
Risalelerde, “hikmet-i fenniye ile hikmet-i felsefe” aynı mânada kullanılmaktadır. Eşyanın taşıdığı hususiyetleri ve onlardan istifade etme yollarını ortaya koyan bütün aklî ilimler “felsefe” olarak ifade edilmiş oluyor.
Burada şöyle bir incelik de olabilir: Bir fen âlimi, kâinattaki hâdiselerin hikmet yönünü kendi aklınca değerlendiriyor ve bunlara şahsî izahlar getiriyorsa, onun yaptığı da bir çeşit felsefedir.
Üstad Hazretleri bir risalesinde “ilm-i hikmet dedikleri felsefe” şeklinde bir ifade kullanır. Üstad'ın hikmet saymadığı ve karşı çıktığı felsefe, varlık âlemi hakkında, “Yaratıcıyı hiç nazara almadan ve dikkatleri O’nun hikmet ve rahmetine hiç çevirmeden” verilen fennî bilgilerdir.
Yoksa bu âleme “kitab-ı kâinat” diyen, ondaki kanunları “şeriat-ı fıtriye”, mahlûkatı ise “kelimat-ı kudret” olarak nazara veren bir Üstad'ın, fen ilimlerine karşı olması düşünülemez.
Üstad Hazretleri Risale-i Nur'un çok yerlerinde akıl ile vahyin mukayesesini yapar, aklın tek başına hakikate ulaşamayacağını kat’î deliller ile ispat eder. Aklı yıldız böceğine, vahyi ise güneşe benzetir. İnsan, mücerred akıl ile Allahü Teâlâ 'nın varlığını bilse dahi, O Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını ve esmasını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini ve ahirete ait hakikatleri bilemeyeceğinden Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve semavî kitaplar gönderdi.
Peygambersiz akıl, her zaman sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz ve tam bir mürşid olamaz. Çünkü akıl da bir mahlûktur, idraki sınırlı ve mahduttur. Nitekim Aristo ve Eflatun gibi üstün zekâ sahibi olan dâhiler, Allah’a iman ettikleri halde, tekrar dirilmenin ruhen olacağına inanmışlar ve bedenin de dirilmesini akıllarına sığıştıramamışlardır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü