Âl-i Beyt'in maddi ve manevi olarak ikiye ayrılmasını üstad neye dayanarak yapmıştır? Özellikle manevi Âl-i Beyt kavramının dayanağı nedir?
Değerli Kardeşimiz;
"Mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım." (Şualar, On Dördüncü Şuâ)
Hz. Peygamberin (asm) mübarek nesline al-i beyt veya ehl-i beyt adı verilir. Peygambermizin erkek çocukları yaşamadığından, nesli Hz. Fatıma (ra) vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Ali (ra) ve Hz. Fatıma’nın evliliğinden dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) Al-i beytin temsilcileri durumundadırlar.
“Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız. Allah’ın kitabı ve Al-i beytim.” (Ebu Davud, Menasik, 56)
hadisi, Al-i beytin önemini vurgular. Al-i Beyt, nurani bir ağaç gibi günümüze kadar meyvelerini vermeye devam etmiştir. Hz. Peygamberin (asm.) her şeyine sahip çıkan ümmet-i Muhammed, Al-i Beyte de tam sahip çıkmış, maddi-manevi destek olmuşlardır.
Osmanlı Devleti, "Nakîbu’l-Eşraf" adıyla Al-i beyte mensup insanları tespit ve himaye eden bir teşkilat kurmuştur.
Bununla beraber şu noktaya da açıklık getirmek gerekir: Üstad Bediüzzaman’ın Lem’alar’da dikkat çektiği gibi:
“Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.” (4. Lem'a)
Nitekim, Hz. Peygamber (asm) kızı Fatıma’ya şöyle demiştir:
“Kızım, amelinle kendini kurtarmaya bak. Peygamber kızıyım diye mağrur olma. Yoksa ben de seni kurtaramam.” (Müslim, İman, 348).
Hz. Nuh’un oğlu, kendisine inanmayıp Tufan’da gözleri önünde sular altında kalınca “Ya Rabbi, o benim ehlimdendi,” der. Cenab-ı Hak da, “O senin ehlinden değil.” buyurur. (Hud, 45-46)
Yani, arada iman bağı olmayınca nesep bağı olması peygamber oğluna bir şeref kazandırmaz.
“Sura üfürüldüğünde, o gün artık aralarında nesep kalmaz.” (Mü’minun, 40/101)
ayeti, nesep bağının arızî, geçici bir bağ olduğunu bildirir.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Peygamberimizin neslinden gelen Al-i Beyt, hürmete şayan insanlardır. Fakat bu hürmet, onların İslam’a bağlılıkları dolayısıyla olmalıdır. Yoksa sadece Al-i Beyt'ten gelmek yeterli değildir.
Bu konuda şu misal çok dikkate şayan bir izah sadedindedir:
Selman-ı Farisi (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (a.s.m), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (a.s.m)'a, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk." deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü. (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (a.s.m) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir." dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir." demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (s.a.s); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir." diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir. (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü