"Ayân-ı sâbite" kavramını izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Muhyiddin-i Arabî, eşyanın ezelden beri Allah’ın ilminde sabit olan mahiyetlerine “a'yân-ı sâbite” demiştir. Seyyid Şerif Cürcanî ise, "Tarifat" adlı eserinde, bir şeyin ilâhî ilimde teşekkül eden hâline “mahiyet,” yaratılarak haricî vücut giymiş hâline de “hakikat” demektedir. Buna göre, “a'yân-ı sâbite” eşyanın mahiyetleridir.
A'yân-ı sâbite değişmez, kaybolmaz. Zira, Allah unutmaktan münezzehtir. Zaten sabit olmanın mânâsı da budur. Nur Külliyatı'nda, “a'yân-ı sâbite” için “mevcudat-ı ilmiye” tabiri kullanılır. Yine Nur Külliyatında, mahlukatın ölümle yok olmadıkları, “daire-i kudretten daire-i ilme geçtikleri” kaydedilir. O hâlde, a'yân-ı sâbite mutlak mânâda “yok” değillerdir, ama henüz yaratılmadıkları için de “varlık” diye adlandırılmazlar. Bunlar, yaratıldıklarında ilim dairesinden kudret dairesine geçmiş olurlar ve onlara artık “mahluk” denilebilir.
Cenâb-ı Hak, insan ruhuna birçok ilâhî hakikati keşfedecek manevî âletler, hisler, duygular, hâller yerleştirmiştir. Biz, bir cümleyi önce zihnimizde teşekkül ettiririz. Böylece o cümle mutlak mânâda yokluktan kurtulmuş olur, ama ona “yazı” da diyemeyiz, zira haricî âlemde kendini henüz göstermemiştir. O cümleyi yazmayı irade edip, kudretimizi de bu yönde sarf ettiğimiz takdirde, cümlemiz yokluktan kurtularak varlık âlemine çıkar ve “yazı” adını alır.
Cümlenin ilmimizdeki ilk hâli onun mahiyetidir, bu mahiyet a'yân-ı sâbiteye misâl olabilir. Yazıldıktan sonraki hâli ise hakikattir, bu yazı da âlemdeki mahluklara bir misâl olarak düşünülebilir. Muhyiddin-i Arabî eşya arasındaki farklılıkları, a’yan-ı sabitelerin farklı oluşlarıyla izah eder.
Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı mahiyette olmalarını zarurî kılmıştır.a'yân-ı sâbitenin “esmâ-i ilâhiyyenin gölgeleri,” oldukları kabul edilir. Bu gölgeler isimlerden haber verirler, ama onlara benzemezler. Bunların müstakil bir varlıkları yoktur. İlim dairesindeki taş, sert olmadığı gibi, ilim dairesindeki insan da hayat sahibi değildir.
Mahlukat için “esmânın gölgelerinin gölgeleri” denilmekte ve “gölgenin gölgesi” için şöyle bir misâl de verilmektedir: Güneşin aynadaki aksi, onun gölgesi makamındadır, yani ondan haber verir ve varlık mertebesi itibariyle onun varlığına nispetle gölge gibi zayıf kalır. O aynayı bir başka aynaya karşı tuttuğumuzda bu ikinci aynada birinci aynadaki “gölge güneş” tecelli eder. İşte bu ikinci tecellinin varlık derecesi ise “gölgenin gölgesi” kadardır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar