"Birincisi, zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytandır. İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; sureti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Medeniyet, insanların birlikte yaşamaları, tesanüd ve yardımlaşma ile birbirlerini tamamlamaları, adâlet üzere bir meslek taksimatı yaparak toplumun bütün ihtiyaçlarını elbirliği ile karşılamaları, böylece mes’ud bir cemiyet hayatı teşkil etmeleri demektir.
Vahşet ise medeniyetin zıddı olup, canavarlar gibi yalnız yaşamakla ve sadece kendi menfaatini esas alıp diğer insanlara düşman gözüyle bakmakla ortaya çıkan mücadeleci bir hayat tarzıdır.
Bir ülkede insanlar sadece kendi menfaatlerini düşünüyor ve başka insanlarla münasebetlerini de hep menfaat esasına bina ediyorlarsa o ülkenin fertleri teknik yönden ne kadar ileri giderlerse gitsinler hakikatte vahşidirler. Üstad Hazretleri bunların halini,“dışı süs içi pis, sûreti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytan” olarak tarif ediyor.
Mü’minlerin medeniyeti ise, merhamet, muhabbet, kardeşlik, yardımlaşma, şefkat gibi nuranî meziyetler taşıyan “câzibedar bir melektir.”
“Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir.”
“Mü'min olan kimse, îmân ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla” bakar. Yâni, onun imanı ve tevhid inancı, bu varlık âlemindeki her şeyin Allah’ın eserleri olduğunu ona bildirir. Bu ise, o kişiyi Allah’ın bütün eserlerini sevmeye götürür. Zira onlar İlâhî isimlerin tecellileriyle yaratılmışlardır.
Mehd-i uhuvvet, kardeşlik beşiği demektir. Yâni, bir beşikte yatan ikiz kardeşler gibi, bütün canlılar yeryüzü beşiğinde, bütün varlıklar ise kâinat beşiğinde birlikte bulunuyorlar, Allah’ın rahmet ve keremine birlikte mazhar oluyorlar mânasına gelir.
“Bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa müslümanları birbiriyle bağlayan ip de ancak uhuvvettir” ifadesinde bir mü’min için üç ayrı kardeş grubu nazara veriliyor. Bütün mahlûkat, bütün insanlar ve Müslümanlar.
Mahlûkatla kardeşliği; Hâlık, Mâlik, Kadîr, Hakîm, Kuddüs, Evvel, Ahir, Zâhir, Bâtın gibi birçok isme birlikte ayna olmaları cihetiyledir.
Hayvanlar âlemiyle olan kardeşliği, cansız varlıklara göre daha fazladır. Zira onlarda İlâhî isimler cansızlardan daha fazla tecelli etmektedir. Bu isimler bizde en ileri derecede tecelli etmiş ve Rabbimiz bizi arza halife yapmakla bütün hayvanlar âlemine de kumandan kılmıştır. O halde bu kumandan, raiyeti hükmünde olan diğer canlılara acımak, onlara yardımcı olmak, hukuklarına tecavüz etmemek durumundadır.
“Bilhasa insanları” ifadesinden bütün insanları sevmemiz gerektiğini anlıyoruz. Zira insanlar Allah’ın en güzel şekilde yarattığı, arza halife kıldığı, cennete namzet yaptığı, bütün isimlerini tecelli ettirdiği bahtiyar misâfirler, mükemmel mahlûklardır. Bu mânada bütün insanları Allah’ın kulları olarak sevmemiz gerekiyor. Onların kötü hallerini ve batıl itikadlarını da ıslah için çalışmak, onlara hakkı ve hakikati tebliğ etmek, tuttukları yolun yanlışlığını şefkat ile göstermek ve kurtuluşlarını gönülden arzu etmek bizim insanlık vazifemizdir. Şu var ki, bu insanlar iman etmedikleri takdirde ahirette ebediyen birbirlerinden ayrı kalacaklardır. Onun için en büyük ve daimî kardeşlik İslâm kardeşliğidir.
İşte, başta peygamberler olmak üzere bütün âlimler, mürşidler “insanlık kardeşliğini” “İslâm kardeşliğine” çevirmek üzere o inanmayan insanlara hakkı ve hakikati büyük bir şefkat ve gayretle tebliğ etmişlerdir. Bu konuda en bariz ve en muhteşem tablo asr-ı saâdette sergilenmiştir. Bütün insanlar şirkin bataklığında debelenirken o Şanlı Nebi (asm.) tevhid davasıyla ortaya çıktı ve bu insanlara gittikleri yolun yanlış olduğunu tebliğe başladı. O (asm.), şirkin en büyük düşmanıydı, ama müşriklere acıyor, onlarla “insanlıkta kardeş” olduklarını nazara alarak, kalplerini tevhid inancıyla nurlandırmaya çalışıyordu. Bu çok ibretli bir tablodur. Biz de Resul-i Kibriya Efendimizden aynı şefkat dersini alarak, hastalara değil, hastalığa düşman olmalı, müşrike değil şirke, asiye değil isyana, günahkâra değil, günaha düşman olmalı ve bu hasta insanların imdadına aynı merhametle koşmaya çalışmalıyız. Zira onların hepsi bizim insaniyette kardeşimizdirler. Ve Allah, bu kardeşlerimize yardımcı olmamızdan razı olacaktır. Zira onların hepsi Allah’ın kuludurlar ve Allah bu asi ve kâfir kullarının da ıslah olmaları için onlara peygamber göndermiş, kitap inzal etmiştir.
Bizim düşmanımız, dinsizliği dava edinen ve insanları dinsiz yapmaya çalışan, ahlâksızlığı dava edinen ve milleti ahlâksız yapmaya çalışan fesat komiteleridir. Onlara kapılmakla kalp ve ruhları yaralananlar bizim düşmanımız değil, hastalarımızdır. Elimizden geliyorsa tedavilerine çalışmamız gerekiyor. Doktor hastaya düşman oldu mu hasta kime müracaat edecektir!?..
“… İman bütün mü'minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor."
Hakiki ve ebedî kardeşlik, Allah’a kul, Resullulah’a (asm.) ümmet olma kardeşliğidir. Aynı kitaba inanan, aynı peygamberin izinde giden bu insanlar İslâm’ın emirlerine birlikte uymakla kardeşliklerini sık sık hatırlar ve pekiştirirler. Bilhassa günde beş vakit namazda buluşan ve her teşehhüdde birbirine duâ eden mü’minlerin kardeşlikleri çok daha ileri seviyede tahakkuk eder. Bu kardeşlik, kabirde de mahşerde de cennette de devam edecektir.
“Küfür ise öyle bir burûdettir ki kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır.”
Küfürde, İslâm kardeşliği zâten söz konusu olmadığı gibi, ilk iki kardeşlik mânaları da siyah ve kalın bir perde arkasında kalır, gizlenir, tesirini gösteremez. İnsaniyette kardeş olma mânası, tam tersine inkılab eder ve “hayat bir mücadeledir” sloganı ile insanların kendi hemcinslerine düşman olmalarını netice verir. Nur Külliyatında hayatın bir cidal değil, yardımlaşma olduğuna dair çok harika misaller var. Bitkilerin hayvanların imdadına, hayvanların insanların yardımına, gıda maddelerinin beden hücrelerinin imdadına koşmalarına mücadele denilemeyeceği güzelce beyan edilir.
Bu adamlar, elementler arası yardımlaşmadan, güneşle ay, ayla dünya, bulutla toprak, hava ile akciğer arasında açıkça görülen ve sayılamayacak kadar çok olan yardımlaşma misallerini küfrün o karanlık perdesiyle göremez, sadece bir aslanın ceylanı parçalamasına bakarak hayatın bir mücadele olduğunu iddia ederler ve bu canavar ruhunu kendi hemcinslerini parçalamakta esas tutarlar.
Düşünmezler ki, aslanların ve diğer yırtıcı hayvanların güç ve kuvvetlerine rağmen ceylanın nesli tükenmemiş, artmaya devam etmiştir.
Konunun hikmet yönüne bir de şöyle nazar edelim:
Aslanlar, kurtlar, çıtalar ve onlar gibi et yiyen hayvanlar olmasaydı, bütün hayvanlar âleminin cenazeleri ortada kalsa, kokuşsaydı daha mı iyi olacaktı?
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü