"Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemâlâta karşı bir uhuvvet peydâ olur..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
İntisab; mensub olmak, maiyetine girmek, bağlanmak demektir.
“Şuur-u imanî ve intisab” ile bir mü’minin kendisini Allah’ın yarattığını, hayatını O’nun verdiğini ve bütün bir kâinatı Allah’ın ona hizmet ettirdiğini bilir, bütün kâmil zâtlara ve mü’minlere muhabbet eder.
İnsanın da “Ben Allah’ın kuluyum, O’nun eseri, O’nun san’atıyım, Her şeyim O’nun ihsan ve ikramıdır” demesi onun Allah’a iman etmesi demektir; bu iman aynı zamanda bir intisabtır.
İnsan bir âlimden ders aldığında onun talebesi olur, bu talebelik bir intisabtır. O kişiden söz edilirken “falanın talebesi” derler ve onu hocasına nisbet ederek tanır ve tanıtırlar. Keza bir mürşide intisab eden kişi de onun müridi olmuş olur ve bu intisab ile bilinir ve tanınır.
İman en büyük intisabtır. Kendi yaratılışlarını hiç düşünmeyen kimseler yanında, kendilerini batıl ilahlara nisbet eden, onlara tapan ve onlardan medet dileyen kimseler de vardır.
İman, Allah’a O’nun bildirdiği gibi inanmakla kalpte parlayan bir nurdur. Bundan dolayı batıl inançlara, hakikî mânâda, iman denilmez.
Bir kitapta yazılan bütün ilmî hakikatler ancak ışıkta okunabilir. Karanlık, bütün bu mânâları perdeler ve okunup anlaşılmalarını engeller. İman nuru da İlâhî eserlerin okunup anlaşılmalarını temin eder. İmanlı bir insan, kendisini Allah’ın eseri, O’nun kudret kalemiyle yazılmış çok hikmetli bir mektubu olarak görür. Bir harf kâtipsiz olamayacağı gibi insan gibi her âlâsı hakkında ciltlerle kitaplar yazılmış bir ilim ve hikmet hazinesinin kendi kendine yazılmış olamayacağını bilir. Allah’a intisab etmekle bütün bu mânâları O’nun ilim ve hikmet tecellileri olarak değerlendirir. Başkalarına da aynı hakikati ders verir.
“Evet mü'min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlukatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünki iman bütün mü'minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.” (Mesnevi-i Nuriye)
İman ve tevhid inancı, bu varlık âlemindeki her şeyin Allah’ın eserleri olduğunu mü’mine telkin ediyor. Bunun neticesi ise, o kişiyi Allah’ın bütün eserlerini sevmeye götürür. Zira, onlar İlâhî isimlerin tecellileriyle yaratılmışlardır. Varlıkların hepsi Allah’ın eseri olunca bunlar arasında bir kardeşlik de var demektir. Dünya ile Mars arasında “aynı güneşin gezegenleri olmaları noktasında” bir nevi kardeşlik olduğu gibi, bütün mahlûkat arasında da aynı Hâlık’ın eserleri olma, bütün canlılar arasında aynı Muhyi’nin hayat verdiği varlıklar olma gibi kardeşlik bağları vardır. Kâinata bu nazarla baktığımızda esmâ-i İlâhîye tecellilerinin her birinin bir grup varlığı kardeş haline getirdiğini görürüz. Ve insan bütün esmâya mazhar alması cihetiyle bütün varlıklarla kardeştir.
“Mehd-i uhuvvet”; kardeşlik beşiği demektir. Yâni, bir beşikte yatan ikiz kardeşler gibi, bütün canlılar yeryüzü beşiğinde, bütün varlıklar ise kâinat beşiğinde birlikte bulunuyorlar; Allah’ın rahmet ve keremine birlikte mazhar oluyorlar.
“Bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir” ifadesinde bir mü’min için üç ayrı kardeş grubu nazara veriliyor. Bütün mahlûkat, bütün insanlar ve Müslümanlar.
Mahlûkatla kardeşliği, Hâlık, Mâlik, Kadîr, Hakîm, Kuddüs, Evvel, Ahir, Zâhir, Bâtın gibi birçok isme birlikte ayna olmaları cihetiyledir.
Hayvanlar âlemiyle olan kardeşliği, cansız varlıklara göre daha fazladır. Zira onlarda İlâhî isimler cansızlardan çok daha fazla tecelli etmektedir. Bu isimler bizde en ileri derecede tecelli etmiş ve Rabbimiz bizi arza halife yapmakla bütün hayvanlar âlemine de kumandan kılmıştır. O halde bu kumandan, raiyeti hükmünde olan diğer canlılara acımak, onlara yardımcı olmak, hukuklarına tecavüz etmemek durumundadır.
“Bilhassa insanları” ifadesinden bütün insanları sevmemiz gerektiğini anlıyoruz. Zira, insanlar Allah’ın en güzel şekilde yarattığı, arza halife kıldığı, cennete namzet yaptığı, bütün isimlerini tecelli ettirdiği bahtiyar misafirler, mükemmel mahlûklardır. Bu mânada, bütün insanları Allah’ın kulları olarak sevmemiz gerekiyor. Onların kötü hallerine ve batıl inançlarına gelince onları da ıslah için çalışmak, onlara hakkı ve hakikati tebliğ etmek, tuttukları yolun yanlışlığını şefkat ile göstermek ve kurtuluşlarını gönülden arzu etmek bizim vazifemizdir. Şu var ki, bu insanlar iman etmedikleri takdirde, ahirette ebediyen birbirlerinden ayrı kalacaklardır. Onun için en büyük ve daimî kardeşlik İslâm kardeşliğidir.
İşte, başta peygamberler olmak üzere bütün âlimler, mürşidler “insanlık kardeşliğini” “İslâm kardeşliğine” çevirmek üzere, o inanmayan insanlara hakkı ve hakikati büyük bir şefkat ve gayretle tebliğ etmişlerdir.
Şuur-u iman, sevdiğimiz ve alakadar olduğun fazilet ve kemâlat erbabı büyük zâtların ölümle yok olmadıklarını, ebedî bir hayata mazhar olduklarını ders veriyor. Bu dostluk ve muhabbet ebedî âlemde, ebedî olarak devam edecek. Onları şirin ve tatlı kılan bütün güzel sıfatlar, ebedî âlemde de devam edecek. Başta Habib-i Ekrem Efendimiz (asm) olmak üzere, bütün peygamberler, sıddıklar, salihler ve evliyalar dostları ile ebedî olarak beraber olacaklar. Bu da insan için en büyük bir müjdedir, onun en büyük arzusu olan aşk-ı bekayı tatmin ediyor.
Kâinata ve içindekilere iman nazarı ile bakılırsa, her şey saadet ve huzur kaynağı; küfür nazarı ile bakılırsa, her şey karanlık ve azap kaynağı olur. Şuur-u iman, dünyada da mü’mine cennet hayatı, küfür ise kâfire cehennem hayatı yaşatıyor.
İman nurlu bir gözlük olduğu için, her şeyin hakikatini gösteriyor. Küfür ise karanlıklı ve zulümatlı bir gözlük olduğundan, her şeyi çirkin gösteriyor. Küfür nazarında bütün mevcudat ve mahlûkat mutlak bir yokluğa ve hiçliğe gidiyor. Bu da insana büyük acı veriyor.
Mahlûkatın, hele insanın, insanların içinde en kâmil olanların, dünyada çok kısa bir süre yaşayıp, aniden vefat etmeleri, insandaki şefkat ve ebedî yaşama arzusu ile bağdaşmıyor. Bu da insanı hüzünlendirip acıya boğuyor. Mesela, çok sevdiğimiz bir çiçeğin veya canlıların hayat sürelerinin çok kısa olması insanın ruhunda yara açıyor ve onu hüzne boğuyor.
Şuur-u iman bize gösteriyor ki; mahlûkat vefat etmekle yokluğa ve hiçliğe gitmiyorlar; daimî ve ebedî bir âleme intikal ediyorlar.
Hiçbir varlık, en basit bir hayata mazhar olan bir çiçek dahi yokluğa ve hiçliğe gitmezse, bütün mahlûkatın en eşrefi olan insanın, hususan enbiya ve evliyaların ölümle hiçliğe ve yokluğa gitmesine Allah’ın sonsuz şefkati müsaade eder mi? Bütün mü’minler hiçliğe ve yokluğa değil, ebedî bir saadete gidiyorlar.
İmanın nazarında mazi büyük bir mezarlık değil, dost ve ahbapların toplandığı nuranî bir meclis; istikbal ise karanlık değil, güzel manzaraların, hâle uğrayıp maziye intikal etmeyi bekledikleri bir salonudur.
Şayet şuur-u iman olmazsa, mahlûkatın nereden gelip nereye gittiği, vazifelerinin ne olduğu, eşyanın hakikati, ölümün mahiyeti, kâinatın ve insanın yaratılış sırrı bilinemez.
İman nurundan mahrum olan kâfirin nazarında ölüm; bütün mevcudatı ve mahlûkatı mutlak bir yokluğa ve hiçliğe atan bir idam sehpasıdır. Zamanın akıp gitmesi varlıkları yokluk derelerine yuvarlayan dehşetli bir sel gibidir. Geçmiş, varlıkların yokluk mezarlığı hükmündedir. Gelecek ise, karanlık ve insanın başına hangi musibetleri getireceği bilinmeyen bir endişe noktasıdır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü