"Bu kudsî şahıs, dehâsıyla ve harika makamıyla bizi kandırdı." Ne demektir, Üstad zaten deha değil mi?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Rıza-yı İlâhîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş. Çünkü, şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle muhtaçlara tesirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat'î kanaat verecek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur'ânî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve herkese kanaat-i kat'iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şerait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî birşeye âlet edilmediğini bilmekle kat'î kanaat gelebilir. Yoksa, komitecilikten ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı mukabil çıkan bir şahsın en büyük bir mertebe-i mâneviyesi de bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü, imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki, 'Bu kudsî şahıs, dehâsıyla ve harika makamıyla bizi kandırdı.' diye bir şüphesi kalır."(1)

İmana hizmet eden Risale-i Nurlar, doğrudan ve safi bir şekilde Kur’an ayetlerinden süzülüp gelen ilham ve ikramdırlar. Üstad Hazretleri burada sadece bir vasıta ve vesiledir. Şayet bu eserler ilham ile değil de, Üstad Hazretlerinin şahsî kemalatından ve derin ilminden hâsıl olsaydı, insanlar; "Acaba bu zat bizi dehası ve kudsî makamı ile aldatıyor mu?" diyerek, evham ve şüphelerden kurtulamazlardı.

Ama Risale-i Nurları dikkatle okuyanlar, bu eserlerin bir dehanın ya da yüksek makam sahibi bir zatın mahsulü olmadığını çok iyi anlarlar ve anlıyorlar. Risale-i Nurların bir ilham-ı İlahi ve bir ikram-ı Rabbanî olduğunu gördüğümüz için, evhamlardan ve şüphelerden kurtuluyoruz. Üstad Hazretleri ne kadar zeki ve dahi de olsa, Risale-i Nurların yanında kuru bir çubuk hükmünde kalıyor. Bu eserlerin onun karihasından çıkmadığı Üstad'ın kendi ifadeleri ile sabittir. Bu ifadelerden bazıları şöyledir:

"Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir."

"Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur’ân’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı."

"Hem madem örf-ü nâsta, bir eserdeki mezâyâ, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvârında aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevâhir-i gàliyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehât-ı meziyâtına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum."

"Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim."
(2)

"Hem hakaik-i imaniye ve Kur’âniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî ihata edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin i’câz-ı mânevîsinin eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir."(3)

"Kuru çubuk" ifadesi, nimete vesile olan şeyin ne kadar zayıf ve tesirinin ne kadar az olduğuna kinayedir. Bu yüzden, Üstad Hazretleri Risale-i Nur'un bir ikram-ı ilahî olduğuna dikkat çekmek için, kendi nefsinin hiç olduğunu "kuru çubuk" mesabesinde olduğunu ifade ediyor.

Mesela, bal çok kıymetli ve güzel bir nimet iken, ona vesile olan arı, balı yapmaktan acizdir. Elma çok kıymetli ve san’atlı bir nimet iken, ona sebep olan ağaç akıl ve iradeden mahrumdur. Şayet ağaç çok zeki ve ilim sahibi bir varlık olsa idi, elmayı ondan bilme gafleti içine girerdik. Materyalistler bu hâli ile bile elmayı ona veriyorlar.

O harika meyve kuru ağacın işi olamaz. O meyvenin vücuda gelebilmesi için kâinat lazımdır. O meyve kâinat fabrikasında dokunmuştur. O ağaç, Cenab-ı Hakk’ın Rezzak ismine aynadır ama meyveleri yapan o ağaç değildir. Ağaç, insanları tanımaz, onların meyveye ihtiyaçları olduğunu bilmez. O meyveye bir sebeptir. O tenteneli perde arkasında Allah’ın Rezzak, Kerim, Latif isimleri vardır.

İşte arıyı bala, ineği süte, tavuğu yumurtaya ve ağacı meyveye sebep yapan Allah, hidayet, iman, güzel ahlak gibi manevî nimetlere de mürşidleri vesile etmiştir.

Üstad Hazretleri her vesileyle talebelerinin tebrik ve takdirlerini reddetmiş, "Risaleler benim malım değildir, Kur’an'ın malıdır" "Ben sizin bir ders arkadaşınızım, Kur'an hizmetinde bir kardeşinizim" diyerek bakışları Kur’an’a çevirmiştir.

Üstad Hazretleri 18. Söz’de şöyle buyurur:

"Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.”

Bütün asırların korkup titrediği âhir zaman fitnesinin, bütün dehşetiyle hükmettiği bu mülhid asırda, iman hizmeti gibi en ulvî bir vazifeyi Nur Risaleleriyle en mükemmel bir şekilde yapan Üstad Hazretleri, bu büyük mazhariyete karşı nefsinden yanlış bir ses gelmemesi için, ona bu tesirli dersi veriyor.

Âhir zaman fitnesinin bütün mukaddes kıymetleri tahribe başladığı dönemde, her hamiyet sahibi bir endişeye kapılmış ve bu fitneye karşı kendi çapında bir şeyler yapmak istemiştir. Bazıları, istikbalde Kur’ân’ı anlayacak kimse kalmayacak endişesiyle himmetini tefsir sahasında teksif etmiş ve kıymetli tefsirler yazmışlardır. Bir kısmı ise hadis-i şerifler üzerinde kesif bir faaliyet göstermiştir.

Üstad Hazretleri ise, ekilen menfî tohumlara bakarak, istikbalde farzlarını bile terk edecek, hatta iman hakikatlerinde şüphe ve inkâra düşecek bir neslin geleceğinden korkmuş, bunu dert edinmiş ve her derdin dermanını veren Cenâb-ı Hak da ona Nur Risalelerinin yazılmasını ilham ve ihsan etmiştir.

“Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır.” (Yirmi Sekizinci Mektub)

Bir ihsan-ı İlâhî olarak, bu büyük vazife Üstad Hazretlerine verilmiştir. Ancak bunun sebebini “liyakat, ilmen üstünlük, âzami ihlâs” gibi sebeplere değil de kendisinin “herkesten ziyâde müflis, muhtaç ve müteellim” olmasına bağlaması, onun kulluk şuurundaki kemalinin bir nişanesi olduğu gibi, “aczde bin kuvvet gördüm.” ifadesiyle de yakından alâkalıdır. İnsan, kendisini ne kadar muhtaç, âciz ve fakir görürse, İlâhî rahmet onda o kadar fazla tecelli eder.

Dipnotlar:

(1) bk. Emirdağ Lâhikası-II, 78. Mektup.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Risale.
(3) bk. a.g.e.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 3.241
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...