Cemâleddîn-i Efganî ve Muhammed Abduh için Üstadımız neden "Seleflerim" diyor. Ayrıca Ali Suâvi ve Hoca Tahsin hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

“Elhasıl: Sultan Selim'e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır."

"Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir ki, demiş:

"İhtilâf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a'dâyı def'e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.”
(1)

ediüzzaman, Muhakemat isimli eserinde "Büyük adam her şeyde büyük olmak lazım gelmez. Herkes kendi san'atında büyüktür."(2) der. Bahsi geçen zatların her biri diğer insanlar gibi bazı kusurlara sahip olabilirler. Ama bu, onların İslam Birliği gibi önemli bir konuda isabetli fikirler taşımalarına engel değildir.

Üstad, "Fena ve fani bir adamın güzel ve baki şöyle bir sözü var."(3) diyerek Tevfik Fikret'ten de iktibasta bulunmuştur.

Cemaleddin-i Efgani ve Şeyh Muhammed Abduh’un mason olması da izaha muhtaç bir noktadır. Onların mason localarına girdiği dönemde bu localar bugünkü gibi bir netlikte ve açıklıkta değildi. O dönemde Osmanlı devleti bu locaları iktisadi bir dernek olarak kabul ediyor, birçok noktada ondan faydalanıyordu. Afgani daha sonları o locaların gerçek yüzünü gördüğünde ilişkisini kestiği, tarihi kayıtlarda ifade ediliyor.

Bir dönem o localara girip çıkmasını bahane edip ona "mason, dinsiz ve mezhepsiz" yakıştırmaları ifrat bir düşüncedir, doğru ve sağlıklı bir tarafı yoktur. Ehl-i Sünnet adabına ve inancına da uygun değildir. Ehl-i sünnet kaygısı ile Ehl-i sünneti çiğneyen zavallıların aşırı ve ön yargılı bakışlarını ciddiye almamak gerekir.

Bu konuda Muhsin Abdülhamid'in, "Cemaleddin Efgani, Hayatı ve Etrafındaki Şüpheler" adlı kitabı temin edip okunabilir. Bu kitapta vesikaları ile masonluk meselesi tam izah edilmektedir.

Mevdudi, Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Şeyh Muhammed Abduh, Cemaleddin Efgani gibi İslam alimlerine, bütünüyle yanlış ve batıl nazarı ile bakmak nasıl bir hata ise, onların bazı Ehl-i sünnete uymayan fikirlerini kabul etmek de aynı derecede hata ve yanlıştır. Biz bu zatların doğrularını alırız, yanlış bazı fikirlerini almayız; meseleye böyle bakmak daha isabetli olur kanaatindeyiz. Yani toptancı bir yaklaşım ile "ya beyaz ya siyah" demek doğru değildir. Analitik bir yaklaşım ile "İyi tarafını al, kötü tarafını terk et." metodu ile yaklaşmak en isabetli olandır.

Bu zatların mezheplere soğuk bakmalarının asıl sebebi, mezhep taassubundan gelen bazı ihtilafları İslam birliğine engel görmeleridir. Bazı mezhep cahilleri mezhebini din gibi gördüğü için, diğer hak mezheplere ön yargılı ve hata nazarı ile bakmasından dolayı, İslam toplumlarında ayrışmalara hatta bazen çatışmalara sebebiyet veriyor.

Bugün Irak'taki Şia-Sünni kavgasında olduğu gibi, İslam ümmeti ortak düşmanına karşı birlik ve beraberlik temin edemiyorlar. Bu zatlar bu gibi arızlardan dolayı mezheplere biraz mesafeli durmuşlar, tabi hata etmişler. Mezheplere mesafeli durmak yerine, o cahillerin eğitilmesi daha isabetli bir yol olsa gerek.

HOCA TAHSİN (1811-1881)

Bediüzzaman'ın İttihad-ı İslam'da selefleri arasında gösterdiği Hoca Tahsin'in asıl adı Hasan Tahsin'dir. On dokuzuncu asrın önemli fikir adamlarındandır. Ulema sınıfına mensup olduğu gibi tabii ilimlerde de önemli bilgilere sahip birisi olarak tanınmıştır. Darülfünun'un (üniversite) ilk müdürüdür. Uzun süre Avrupa'da kalarak oradaki ilmi gelişmelerden faydalanma imkanını elde etmiştir. Yeni Osmanlılara yakın olmakla beraber siyasi faaliyetlerinden uzak kalmaya itina göstermiştir.

Hasan Tahsin, 1811 yılında Yanya bölgesinde bulunan Filat kazasının Ninat köyünde doğdu. Müderris Osman Efendinin oğludur. Eğitimine babasından aldığı din ve edebiyat dersleriyle başladı. Daha iyi medrese eğitimi için memleketinden İstanbul'a geldi. Müderris Vidin'li Hoca Mustafa Efendinin derslerini takip ederek mezun oldu. 1856 yılında Avrupa'ya gönderilmesi gündeme gelinceye kadar geçen 45 yıllık hayat süreci hakkında fazla bilgi mevcut değildir.

Osmanlı idaresi yurt dışına gönderdiği Türk öğrencilerine din eğitiminin verilmesi, Arapça ve Farsça bilgilerinin geliştirilmesi, ayrıca öğrenim maksadıyla yurt dışında bulunan gayrimüslim vatandaşların Türkçe'yi öğrenmelerini sağlayacak tedbirler almayı kararlaştırdı. Bu maksatla düşünülen isimlerden birisi Hoca Tahsin, diğeri ise Selim Sabit oldu. Bu hocalar hem yurt dışında bulunan öğrencileri disiplin altına almalarını sağlayacaklar, hem de ileride açılması düşünülen darülfünunda görevlendirilmeleri için yetişmiş olmaları sağlanacaktı. Böylece gönderildikleri Paris'e 20 Mart 1857 tarihinde vararak, orada bulunan Mekteb-i Osmani'de hoca olarak görevlendirildiler.

Hasan Tahsin, Paris'te bulunduğu süre zarfında modern ilimlerle ilgilenerek çeşitli alanlarda bilgisini arttırmaya çalıştı. Matematik, fizik, kimya, mekanik, jeoloji ve astronomi gibi ilim dallarıyla uğraştı. Dört yıl sonra yurda döndü ise de bir yıl sonra (1862) tekrar yurt dışına gitti. Bu kez Abdülhak Hamit ve onun ağabeyi Abdülhalık Nasuhi Bey ile Paris'e gitti. Bu arada Paris'e sefaret imamı olarak tayin edildi. Abdülhak Hamid'in ifadelerine göre; Hoca ikinci kez Paris'te bulunduğu sırada, bir ara sarığını çıkararak hasır şapka giymiş ve bu hareketinden dolayı da kendisine "Mösyö Tahsin" veya "Gavur Tahsin" denilmiştir (Ömer Faruk Akün; "Hoca Tahsin", TDVİA. 18. C. s. 200).

Hasan Tahsin, Avrupa'da bulunan başta Namık Kemal olmak üzere Yeni Osmanlılarla dostluk kurdu. Ancak, siyasi faaliyetlere girmekten uzak durdu. Bu dostluk Paris dönüşünde de devam etti. Tedavi için Nice şehrine gelen Fuat Paşa'nın burada vefat etmesi üzerine cenazesini hazırlamakla görevlendirildi ve Hoca 28 Şubat 1869 tarihinde İstanbul'a döndü. Kısa bir süre sonra da kuruluş aşamasında olan Darülfünun'a müdür olarak atandı (1869).

Hasan Tahsin, üniversitenin açılmasına kadar geçen sürede halka açık konferanslar verdi. 20 Şubat 1870 yapılan açılışla birlikte Darülfünun'daki görevine başladı. Altı ay süren eğitimin sonunda halka açık konferanslara devam etti. Hem okuldaki görevinde hem halka yönelik yapılan konferanslarda Cemaleddin Efgani ile birlikte çalıştı. Tabii ilimlerle ilgili olarak verdiği konferansların tepki çekmesi ve aleyhlerinde yapılan şiddetli propaganda sonucu görevinden uzaklaştırıldı. Bu görevi sadece yirmi ay kadar sürdü.

Uzaklaştırmaya iki olay sebep gösterilmektedir. Birincisi; tabii ilimlerde yaptığı deney çalışmasıdır. Oksijensiz yaşamanın mümkün olmadığını göstermek ve vakum kavramını açıklamak maksadıyla bir fanusun içine kuşu yerleştirdi ve arkasından fanusun içindeki havayı boşalttı. Bunun üzerine kuş öldü. Bu deney hocanın sihir yaptığı şayiasına dönüştü. Zındık olmakla itham edildi. (Şerif Mardin; Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Y. İstanbul 1998, s. 250). İkincisi ise; özellikle tabii ilimlerle ilgili olarak verdiği konferanslarda dini akidelere aykırı bulunduğu şeklindeki iddialardır.

Darülfünundan uzaklaştırılan Hoca, kendini tamamen ilmi çalışma ve araştırmalara verdi. Babıali'de bulunan Taşmektep'e çekilip ilmi faaliyetlerini sürdürdü. Ancak, burada da rahat bırakılmadı. Çevresindeki kişilerin akidelerini bozduğu, bir takım zararlı şeyleri öğrettiği gerekçesi ile hakkında soruşturma açılması için girişimlerde bulunuldu. Fakat bu sırada Saffet Paşa'nın Maarif Nazırı olması, soruşturma taleplerinin sonuçsuz kalmasına neden oldu. Baskılardan iyice bunalınca bir ara memleketine gitti (1874). Ama, burada da fikirlerinin yanlış anlaşılması ve hakkındaki dedikodular sonucunda Yanya valiliği tarafından tutuklanarak İstanbul'a gönderildi. Devreye giren dostları tarafından hapse atılmaktan kurtarıldı.

Münif Paşa tarafından yakın ilgi ve alaka gören Hoca bir ara kütüphaneler müfettişliği görevine atandı. 1878 yılından itibaren Darülfünun'da bazı derslere girerek hocalık görevini sürdürdü. Bunların dışında Arnavut kültür ve eğitimine katkıda bulunmak maksadıyla muhtelif çalışmalar yaptı. Yakalandığı Verem hastalığından dolayı durumu gittikçe kötüleşti. 3 Temmuz 1881'de Erenköy'de vefat etti. Naaşı Sahrayıcedid mezarlığına kaldırılarak burada defnedildi.

Din ilimlerinin yanında tabii ilimlerde de önemli bir eğitime sahip olan Hoca, yazdığı şiirleriyle de dikkat çekti. Risale-i Nur'da da yer verilen bir dörtlüğü bir çok eserde alıntı olarak yer aldı.

"Kitab-ı âlemin evrakıdır eb'ad-ı namahdud
Sutur-u kâinat-ı dehrdir âsâr-ı namâdud.
Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u tabiatta
Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcud."
(Muhakemat, s. 120).

Bu dörtlüğünde kainat ve yaradılış temaşasını veciz bir şekilde dile getirmektedir. Bu dörtlüğü büyük bir beğeni topladığı gibi bazı yerlerde levha olarak duvarlara asıldı.

Ulema kişiliğinin yanında İttihad-ı İslam için yaptığı faaliyetlerle de dikkatleri çekmiştir. Bediüzzaman Said Nursi, İttihad-ı İslam hususunda seleflerini zikrederken Hoca'dan da bahsetmektedir (Tarihçe-i Hayat, s. 59). Hoca Tahsin, İslamiyet'in medeniyete ve ilerlemeye engel olduğu şeklindeki iddiaları çürütme yolunda faaliyetlerde de bulunmuştur. Diğer taraftan da İslamiyet'in ilim ve medeniyetin gelişmesine yaptığı katkıları dile getirmiştir. Hac münasebetiyle her yıl Arafat'ta toplanan Müslümanlara dağıtılmak üzere hutbe ve lahiyaları kaleme almış, bu yolla İslam kardeşliği ve ittihadına katkıda bulunmaya çalışmıştır. Müslümanların aydınlatılması maksadıyla hümanist inançlardan istifade etme yoluna gitmiştir. Dini ve nakli ilimlerdeki vukufiyetiyle yazı ve sohbetlerinde metafizik konularını maharetle işlemiştir. Tabii ilimlerden öğrendiklerini İslam inancının hizmetine sokmaya çalışmıştır. Uzun zamandan beri uzak kalınan modern ilimleri kendi çevresine yaymaya çalışmıştır. Fikir ve görüşlerini beyan ederken Kur'an-ı Kerim'den naklettiği ayetlerle desteklemeyi ihmal etmemiş, tabii ilimlere yönelişinin sebebini, mevcut İslam inancını daha da kuvvetlendirmek olarak izah etmiştir. Bilimsel araçlarla dolu bir odada yaşayarak adeta evini küçük bir laburatuvar haline getirmiştir.

Eserleri

Hoca Tahsin, önemli sayıda eser ve makale kaleme almış bulunmasına rağmen, bunları bir araya toplamaması ve özellikle yazmış bulunduğu şiirlerini derlememesi, eserlerinin kıymetlerini idrak edemeyen bir kısım şahısların eline geçmiş olmasından dolayı bazı eserlerinin kaybolduğu sanılmaktadır. Eserlerinin tamamını Türkçe olarak kaleme aldı. Önemli bazı eserleri şunlardır:

Esrar-ı Ab u Hava; Darülfünün'un ilk açıldığı yıllarda su ile ilgili verdiği konferansların metinlerinden oluşmaktadır. Hidrojen ve oksijenden oluşan suyun canlılar için taşıdığı büyük öneme dikkat çekilmekte ve zamanına göre çok yeni bilgiler ihtiva etmektedir.

İlm-i Ruh; derslerinde de önemli yer tutan ruh konusu işlenmektedir.

Esas-ı İlm-i Hey'et; tabii ilimlerden gökyüzü ilmi ile ilgili olarak küçük bir el kitabı şeklindedir.

Tarih-i Tekvin yahut Hilkat; eserleri arasında önemli bir yere sahiptir. Varlık ve yaradılış ile ilgili görüşlerini ihtiva etmektedir. Kainatın yaradılışını; jeoloji, astronomi, kozmoğrafya, mekanik, kimya, zooloji, botanik, coğrafya, cebir gibi muhtelif ilim dallarından istifade ederek fikirlerini açıklamaya çalışmaktadır.

Diğer eserleri; Mürebbi-i Etfal, Usul-i Fenn-i Felahet-Kimya-yı Ziraat, Nevamis-i Tabiiyye. Bu eserlerinin dışında başta Cemiyyet-i İlmiye'nin yayın organı olan Mecmua-i Ulum'da olmak üzere yayınladığı çok sayıda makale de kaleme aldı.

ALİ SUAVİ (1839-1878)

Yola ve uykusuzluğa dayanıklı anlamına gelen suavî lakabını kullanan Ali; ömrü boyunca hareketli, heyecanlı, doğru bildiğini her ne şekil ve pahasına olursa olsun söylemekten hiçbir zaman vazgeçmeyen, yardımlarını gördüğü kişilerin dahi hatalarını dile getirmekten çekinmeyen, gerçekleştirdiği hazin Çırağan baskınıyla tarihimize "Sarıklı İhtilalci" olarak geçen, sert eleştirilerinden dolayı çok sayıda düşman kazanan, dinde hassas ve ittihad- ı İslamı samimiyetle savunan, anlaşılması hiç de kolay olmayan bir hayat serüveninin kahramanı... Kimilerine göre, olağanüstü zeki, büyük alim, değeri bilinmemiş idealist, kahraman şehit; kimilerine göre, cahil, şarlatan, küçük adam, megalo manyak, mağrur, hain, ajan...

Ali Suavî, 1255 yılının Ramazan Bayramında (8 Aralık 1839) İstandul' da doğdu. Tahsil görmemesine karşılık; ilme ve ilim adamlarına hürmetkar bir baba, eşine ders verecek kadar eğitimli bir annenin çocuğudur. Babası yarı cahil olmasına rağmen samimi bir Müslümandı. Ali, Davutpaşa İskelesi Rüştiye mektebini bitirdikten sonra memuriyet hayatına atıldı. 17-18 yaşlarında hacca gitti. Hacca gittiği sırada, alimlerle temasa geçerek hadis konusundu bilgisini arttırmaya çalıştı. Daha önceden Arapça ve Farsçayı öğrenmiş olması bu yöndeki çalışmalarına katkı yapmıştır.

Öğretmen açığını kapatmak maksadıyla yapılan sınavda büyük başarı gösterince Bursa Rüştiyesine muallim-i evvel olarak tayin edildi (1858). Ali, burada bir taraftan öğretmenlik yaparken diğer taraftan da Bursa Ulu Cami' de vaazlar vermeye başladı. Batılı tarzda açılmış bulunan bir okulda görev yapmasına rağmen sarıklıydı. Sadrazam Ali Paşanın daveti üzerine 1861 yılında İstanbul' a geldi. 1864' te Sofya Ticaret Mahkemesi reisliği, 1865-66 yıllarında Filibe tahrirat müdürlüğü yaptı. 1866 yılında tekrar İstanbul' a gelerek Şehzade Cami'inde ders ve vaazlar vermeye başladı. Namık Kemal, onun burada verdiği vaazlardan övgüyle söz ederken, bir çok ileri gelenin vaazlarına gelmiş bulunması, önemli bir şöhrete sahip olduğunu göstermektedir.

1867 yılında Muhbir Gazetesindeki yazılarıyla gazeteciğe ilk adımını attı. Gazetenin kapatılmasından sonra Kastamonu'ya sürüldü (1867). Mustafa Fazıl Paşanın daveti üzerine aynı yıl Paris'e kaçtı. Sultan Abdülaziz'in Fransa' ya yapacağı ziyaret üzerine ancak bir ay kalabildikleri Paris' ten arkadaşlarıyla birlikte Londra' ya geçti. Burada Osmanlı devleti lehinde çalışmalar yaparak özellikle İslama yönelik yalan yanlış fikirlere karşı, çevresindeki önemli İngilizleri aydınlatmaya çalıştı. Doğunun geri kalmışlığının sebebinin, İslam dini olmadığını, idarecilerin yanlış yönetimlerinin sonucu olduğunu izah etmeye çalıştı. Aynı zamanda yabancıların haksız müdahalelerini de eleştirdi. Yurda dönüş için müracaat etmesi üzerine Sultan Abdülhamid tarafından kendisine izin verilince, 9 yıl 5 ay sonra İstanbul' a döndü (1876).

Padişahın emriyle 1 Şubat 1877' de Galatasaray Lisesi müdürlüğüne atandı. Göreve başladığı gibi; öğrenci, öğretmen, görevli sayısını Müslümanlar lehine dönüştürmesi, programda olmasına rağmen okutulmayan dini dersleri okutmaya çalışması, burayı tahakkümleri altında bulunduran başta Fransa olmak üzere, İngiltere ve Osmanlı vatandaşı gayrı Müslimlerin tepkisine sebep oldu. Bir yılı dahi dolmadan görevden alındı (1878).

Ali Suavî, V. Murad' ı tahta geçirmek maksadıyla, birkaç yüz muhacirle gerçekleştirdiği Çırağan baskını sırasında, Beşiktaş Zabıta Amiri Hasan Paşa' nın kafasına vurduğu sopa darbesiyle hayatını kaybetti (20 Mayıs 1878).

Ali Suavî' nin hayat seyri, onun çok hırslı bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir. Bu hırsını ilim tahsilinde de kullanması, zeki ve çok kuvvetli bir hafızaya sahip olması, daha çok genç yaşta iken meşhur olmasını netice verdi. Dinden aldığı terbiye gereği, haksızlık ve adaletsizlikle sürekli olarak mücadele etti.

Ali Suavî, Tanzimat Fermanının yayınlandığı yıl doğdu ve Kırım Savaşı, Islahat Fermanı, Meşrutiyetin ilan edilmesi gibi çok önemli hadiselerin yaşandığı bir asırda yaşadı.

Diğer Osmanlı aydınları gibi; devletin bekası, gerilemenin sebepleri ve terakki için yapılması gerekenler üzerinde kafa yorarken, bunları kamuoyuna da duyurdu. Fikirlerini açık bir şekilde dile getirdiği yazılar ve vaazlar yoluyla düşündüklerini yaymaya çalıştı.

Ali Suavî yazılarında eğitime önemli ölçüde ağırlık vermiştir. Ona göre, eğitilmiş ve hukukunu bilen toplumlar yıkılmazlar. Fen ilimleriyle din ilimlerinin beraber okutulmasından yanadır. Eğitimde demokrasi ve eşitliği savunarak bunları "nezih ortamlarda şakıyan bülbüle" benzetir.

Yeni Osmanlılara, Paris' e kaçtığı sıralarda katılan Ali Suavî, Avrupa' daki fikir akımlarını takib etme şansını bulmuştur. Ancak siyasi ve sosyal sıkıntılara çare ararken, daima İslamiyeti referans olarak almıştır. Meşrutiyet ve meşveret konularını ele alırken İslami esaslarda mevcut olan "usul-u meşveret"i temel almıştır. Meşveret esasından yola çıkarak, keyfi idareye karşı çıkmıştır. Dahilde meşveret esasına uyulmamış olmasının, devleti ve milleti kötü duruma düşürdüğü inancını ifade etmiştir.

Meşveret usulünün uygulandığı en iyi yerin meclis olduğunu dile getirerek, meclisin açılmasından yana tavır alır. Ona göre meclisin varlığı devlet ve millet için elzemdir. Aksi takdirde idareciler hakim, vatandaşlar ise mahkum olur.

Üzerinde önemle durduğu konulardan birisi de hürriyettir. Bir insanın başka bir insana tahakküm etmesine karşıdır. Büyük bir medeniyeti tesis etmiş bulunan Müslümanların, her milletten daha çok meşrutiyete layık oldukları inancını taşır. Meşrutiyete geçmenin Avrupa kanunlarını kabul etmek anlamına gelmediğini, dört halife zamanında yapılmış bulunan bazı uygulamalarla delillendirir. Demokrasiyi savunan Ali Suavî, İslamiyetin ilk yıllarındaki uygulamalardan olan, ümmetin onayına müracaat sisteminde hükümet şeklinin padişahlık, sultanlık olmadığını, eşitliğin varolduğunu dile getirir. Sahabelerin doğrudan doğruya yönetime katıldıklarını belirtir.

Genel olarak Ali Suavî; Osmanlıcı, milli değerleri müdafaa eden, batıcı zihniyete karşı ittihad-ı İslamcı olup hayatı boyunca bu ideallere bağlı kalmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi ve Ali Suavi

Bediüzzaman hazretleri, ittihad-ı İslam fikrini dile getirirken bu konuda selefleri arasında saydığı Ali Suavî' yi "müfrit alimler" den sayar. Dolayısıyla Ali Suavî' nin ittihad-ı İslama olan samimiyetine vurgu yapılırken bir bakıma da ifrata varan tutum ve davranışlarının da gözden uzak tutulmaması gerekir. İslamî konularda zaman zaman bir müçtehid gibi fetva vermesi de, tartışma ve eleştiri konusu olmuştur.

"Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir" (Mektubat) düsturuna Ali Suavî' nin riayet etmemiş olması, parlak giden hayat seyrinin, kısa zamanda ve genç yaşta sönmesine sebep olmuştur. Özellikle Galatasaray Lisesi Müdürlüğü sırasında yapmak istediği değişikliklerdeki zamanlama ve tavır hatası, vaazları ve makalelerinde kullandığı sert üslub, daha çok düşman edinmesine sebep olmuştur. Görevden alındıktan hemen sonra, onu savunan bir çok kişi aleyhine geçmiştir. Ancak, Sultan II. Abdülhamid'in, Ali Suavî' yi göreve tayin kararını sadece bir gün bekletmişken, azil kararını 34 gün sonra onaylaması da dikkat çekicidir.

Hislerinin ön planda olması ve ani kararlar vermesi, sonunun hazırlanmasında etkili rol oynamış, giriştiği ihtilal teşebbüsü de, kendisi başta olmak üzere bir çok insanın ölümüne yol açmıştır.

Eserleri

Ali Suavî, otuz dokuz yıllık bir ömür sürmesine rağmen, hiç de az sayılmayacak eser bırakmıştır. Kitap ve risaleleri:

1. Ehemmiyet-i Hıfz-ı Mal, Filibe 1865
2. Santorin Risalesi, Filibe 1866
3. Hukuku'ş-Şevari, İstanbul 1908
4. Defter-i Amal-ı Ali Paşa, Paris 1871
5. Türkiye Fi 1288, Paris 1871 (yıllık)
6. Mısır Fi 1288, Paris 1873 (yıllık)
7. Türkiye Fi 1290, Paris 1873 (yıllık)
8. Hive Fi Muharrem 1290, Paris 1873
9. Nasreddin Şah, Paris 1873. (Hüseyin Çelik, Ali Suavî ve Dönemi, 467-545)

Bunların dışında Türkçe ve yabancı dillerde yazılmış çok sayıda kitap, risale, makale ve tercümeleri bulunmaktadır. Diğer yandan bazı eserlere de ilaveler yapmak suretiyle tekrar basmıştır.

Üstad Hazretleri yukarıda ismini saydığımız bazı İslam alimler için "İslam birliği noktasında seleflerim"diyor ve onları yâd ediyor. Ama onların olumsuz, isabetsiz düşünce ve fikirlerini de asla kabul etmiyor.

Dipnotlar:

(1) bk. Divan-ı Harb-i Örfi, Yedinci Cinayet.
(2) bk. Muhakemat, İkinci Makale, Altıncı Mesele.
(3) bk. Mektubat, On Altıncı Mektup'un Zeyli.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 30.207
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

Must478
Bir kişi İSLAM'ı parçalamak, hilafeti OSMANLI'dan almak ve MISIR'a vermek için uğraşan İngililerin adamı ve üstüne üstlük mason ise o kişi AJAN'dır.. O kişinin İSLAM bilgisi sadece bizi parçalamak ve bölmek içindir... Böyle bir adamın bu kusurlarını bilerek yanında barındıran kişide günaha ortaktır..
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
şefkat
üsatd o şahıslara islam birliği adına ünsiyet peyda ediyor.Nitekim o şahıslar,konferanslarda olsun ,eserlerinde olsun hep bu kanaatlerini terennüm etmişlerdir.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
şefkat
TENKİT EDİLEN BU ZATLAR:İTTİHAD-I İSLAMI SAVUNMUŞ LAR,OSMANICILIĞI SAVUNMUŞLAR, MEŞRİTİYETİ SAVUNMUŞLARDIR.BAZI KONULARDA YANLIŞ İÇTİHATTA BULUNMALARI ONLARIN GENEL ANLAMDA ZEM EDİLMESİNİ GÖSTERMEZ.BİR BAHÇEDE FARZ-I MİSAL YARI YARIYA ÇÜRÜK MEYVE BULUNMASI O BAHÇENİN TAMAMİYLE TERK EDİLMESİ ANLAMINA GELMEMELİDİR.VESSELAM
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Ziyaretçi (doğrulanmadı)
Bilgilendirme için teşekkürler..
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
nurcu22
Bugün yaşadıklarımla nurcuların değerini anladım..Allah sizlerden razı olsun..eskisi gibi düşünmüyorum artık risaleleri seviyorum..dünya yalan..risaleleri ve üstadı neden sevmeyeyimki Allahı ve Resulullahı anlatmıyormu?..onun ayağını öperim..Allah doğru yoldan ayırmasın bu dünya boş bugün bunu anladım..
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Ziyaretçi (doğrulanmadı)
Kardeşlerim, kendine Nurcu diyen bazı şahıslar bile Üstadı Merhum Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh gibi İttihadı İslama çalışmış zatlara seleflerim dedi diye Üstadı tenkit edebilecek dengesizliği gösteriyorlar. Hele hele Afgani ve Abduha Mason yakıştırması yapacak kadar düşebiliyorlar. Bu zatlar İttihadı İslam için çalışmış ve uğraş vermişlerdir. Allah onlardan razı olsun. Ben Merhum Muhammed Abduh'un bir sözünü yazacağım hala mason yakıştırması olursa Allah'a havale ediyorum. -Müslümanlardan her kalp sahibi bilir ki; Osmanlı devletinin muhafazasına çalışmak, Allah'a ve Peygamberine imandan sonra imanın üçüncü rüknüdür. Zira Osmanlı devleti, dini tam mânâsıyla ve bütün gücüyle omzuna yüklemiş bulunan İslâm'ın tek güçlü devletidir. Ondan başka dini koruyacak devlet mevcut değildir. Ben, Allah'a hamd olsun, bu akîde üzerindeyim ve inşaallah böyle yaşar ve ölürüm. ( Akgündüz, Prof. Dr. ahmed. Belgeler Konuşuyor, 1/143,150 )
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Fatih ulu 1961
Vallahi inanamıyorum size bu kişilir tescillenmiş sizde aklamaya çalışıyorsunuz
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
notdefteri

Afgani'nin II.Abdülhamid dahil ehli sünnete ve hükümdara karşı çalışmalarda bulunmuş islam toplumunu bölmüş bu çalışmalar da kaynak ve arşiv taramaları, profesörlerin kitaplarında yer bulmuştur en.wikipedia.org/wiki/Jamal_al-Din_al-Afghani facebook.com/watch/?v=1176812662338809  ktbkitap.com/urun/hangi-cemaleddin-afgani-yilmaz-karadeniz

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...