"Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbâniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedâniye olan nuranî kalbler,.." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Yedinci Şua'nın Birinci Makamının On İkinci Mertebesi'nde yer alan ve Rabbini arayan seyyahın müşahade ettiği bir tevhid delilidir. Şöyle ki:
İnsanın bir çekirdeği hükmünde bulunan ve bozulmayan bütün nuranî kalp ve akılların tevhide işaret etmesidir. Kabiliyetleri, istidatları, takip ettikleri meslekleri ve meşrepleri birbirinden farklı olduğu halde, hepsinin tek bir hakikate inanmaları tevhidin en mühim bir delilidir.
Mesleklerin farklılığı birbirinden farklı birçok tarikat ve farklı kelam ekollerini netice verdiği halde, hepsi Allah'ın varlığı ve birliği hususunda en ufak bir ayrılığa girmeden, aynı noktaya parmak basıyorlar.
Demek tefessüh etmeyen, bozulmayan her akıl ve kalp, Allah'ın varlığı ve birliğini birer ayna gibi göstermektedir. İşte bütün bu akılların ve kalplerin ittifakı, bir mürşid gibi bizlerin imanını takviye ediyor ve imanımıza kuvvet veriyor.
Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbâniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedâniye olan nuranî kalbler, şems-i hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden, güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icmâları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir.
Samed; “kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu zât” demektir.
Maddî kalb, bedenin her yanına kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalb bütün bir kâinata muhtaçtır. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve kanı bedenin her köşesine sevk etmektedir.
Bu kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor ve onda Samed ismini böylece tecelli ettirmiş oluyor.
Kalbin maddesi bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaçtırlar. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine âyine oluyorlar. Bu hakikati, "Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d Sûresi, 13/28) âyet-i kerimesi bize ders veriyor.
Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin olur. Dilin tatmini tat ile mideninki gıda iledir. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, imandır.
Ben kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden Zât, benden ne istiyor?
İşte kalbin bâtını, bu gibi suallerin cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun ihtiyacı mârifetullah olunca, elbette, Samediyete en büyük âyine o olacaktır.
Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaçtırlar. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, O’na iman ve itaat etmeye muhtaç...
İşte, bu derece yüksek bir mahiyete sahip olan insan kalbini, mahlûk sevgisiyle tatmine çabalamak, o kalbin fıtratına zıt olduğu için, bozulmamış her kalb bu muhabbeti reddeder; onunla tatmin olmaz.
Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.
Midenin açlığını elbisenin güzelliği yahut gömleğin kalitesi gideremiyor; o ancak rızık istiyor. Kalbin boşluğunu da hiçbir dünyevî rütbe, hiçbir içtimaî makam, hiçbir beşerî teveccüh ve hiçbir fâni hedef doyuramıyor, doyuramaz da...
Kalbin Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor bize. Nedir zikir? Kelime mânasıyla hatırlama. Allah’ı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesidir.
Kalb; bir fabrika, bir saray, bir misafirhane olan şu muhteşem kâinatın ancak Allah’ın emir ve iradesiyle var olduğunu bilmekle tatmin olur.
İşte insan, kendi bedeninin, kâinata ve ondaki rızıklara muhtaç olduğunu, onların ise insana muhtaç olmadıklarını iyice anladıktan sonra, tefekkürünü derinleştirir. Bedenden geçer, ruha, kalbe varır.
Ve yakînen anlar ki, insanın kalbi Allah’a inanmaya muhtaç, ama Allah o kalbin imanına muhtaç değil.
İşte insanın bunu idrak etmesi ve iç dünyasını iman, marifet ve muhabbete açmasıyla, onun kalbi Samediyete eşsiz bir âyine olur.
İnsan, kendi kalbini böylece değerlendirdikten sonra, Samediyetin âlemdeki tecellilerini de aynı şuurla okumaya başlar. Bizim muhtaç olduğumuz kâinata, o kâinatı yaratanın muhtaç olmayacağını açıkça bilir...
"Arş" kelimesi, burada Allah’ın isimlerinin parlak ve kuvvetli bir şekilde tecelli ettiği yer, merkez, makam manasına geliyor.
"Arş-ı Âzam" nasıl İlahî isimlerin tecelli ettiği en büyük, en haşmetli ve en azametli bir makam ve mekân ise, insanın kalbi de bu arşın küçük bir numunesi ve hulasası hükmündedir. Yani insanın kalbini büyültseniz arş-ı âzam, arş-ı âzamı küçültseniz insanın kalbi olur, diyebiliriz.
İnsanın kâinata halife olması, kalbindeki bu kabiliyet ve mazhariyettir. Allah’ın bütün isimleri kalpte temerküz etmiştir. İnsan, imanın mahalli olan kalb sayesinde isim ve sıfatlarının tecellisi ile Allah’ı tanıyor ve O’na muhabbet ediyor.
Evet, koca güneş küçük bir cam parçasında tecelli edip ma’kes bulduğu gibi, Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları da insanın kalbinde tecelli etmektedir.
Bunun içindir ki bir hadis-i kudsî de şöyle buyurulur:
“Ben yere göğe sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım.”(1)
Yani bu kudsî hadis bu inceliğe işaret ediyor. Bir insanın kalbi böyle bir tecelliye mazhar oluyor ise, bütün insanların kalbi hususan peygamberlerin ve evliyaların nuranî kalbi, nasıl bir mazhariyete sahip olur kıyas etmek gerekir.
Okyanus büyüklüğündeki bir ayna güneşi nasıl büyük ve haşmetli bir şekilde gösterirse, bütün insanlığın kalb aynası da o haşmette Allah’ı ve isimlerini gösterebilir ve göstermiştir.
(1) bk. El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ II/165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, III/14.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar