Evvelki kelimenin (kendi kendine oluyor) gayr-ı mahsur muhâlâtını izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Evvelki kelimenin gayr-ı mahsur muhâlâtı:
"1. O kelimenin iktizasına göre insanı teşkil eden zerrelerin her birisinde hem insanın içini, hem kâinatı görecek, bilecek bir göz, bir ilim ve sair sıfât-ı lâzimenin bulunması lâzımdır."
"2. İnsanın bedeninde zerrattan teşekkül eden mütehâlif mürekkebat adedince, matbaalarda hurufatı tertip etmek için kullanılan kalıplar gibi kalıplar lâzımdır."
"3. Kârgir kemerlerin taşları gibi, her bir zerrenin arkadaşlarına hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir. Ve keza, her birisi, ötekilere hem zıt, hem misil, hem mutlak, hem mukayyed olması lâzımdır."(1)
(1) Bu harika misal, hücre yahut atom bazında düşünüldüğünde çok daha geniş mânalar sunmakla birlikte, biz o küçük âlemleri göremediğimiz için onlardan meydana gelen büyük kütlelere, mesela insanın eline, gözüne ve ayaklarına bu misali tatbik edelim.
Bir adam uzakta gördüğü bir çiçeği koparmak üzere harekete geçiyor, çiçeğin yanına varıyor ve onu koparıyor. Bu hâdiseyi, ana hatlarıyla, üç organ birlikte gerçekleştirmişlerdir. Bunlar bir tek ruhun emrindedirler. O ruh göz penceresinden çiçeği görmüş, ayaklara yürüme, ellere de tutma ve koparma emrini vermiştir. Hâdisenin tahakkuk etmesi ancak böyle açıklanabilir. Bütün âzalara hükmeden bir ruh kabul edilmediği takdirde, bu üç organın aynen “kârgir kemerlerin taşları gibi” el ele vererek bu işi gerçekleştirdiklerini kabul etmek gerekiyor. Hâlbuki bunların üçü de akılsız, şuursuz ve iradesiz olmakta eşittirler, her üçünde de bu hususiyetler bulunmaz.
(2) “İnsanın bedeninde zerrattan teşekkül eden mütehâlif mürekkebat adedince, matbaalarda hurufatı tertip etmek için kullanılan kalıplar gibi kalıplar lâzımdır."
Tabiatçılara göre her şeyin müsebbibi tabiattır. Bu fikre göre insanın bedenini teşkil eden atomların icadı için, bir atom kalıbı gerekir. İnsanın bedeninde trilyonlarca atom olduğuna göre, bu trilyonlarca atom için, trilyonlarca atom kalıpları kurmak gerekir ki; bu başlı başına bir safsatadır. Nitekim o trilyonlarca kalıplar için ayrıca kalıplar iktiza eder ve onlar için de ayrı kalıplar gerekir, bu teselsül yolu ile uzayıp gider.
(3). “Kârgir kemerlerin taşları gibi, her bir zerrenin arkadaşlarına hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir. Ve keza, her birisi, ötekilere hem zıt, hem misil, hem mutlak, hem mukayyed olması lâzımdır."
Kubbeli binalarda, her bir taş, diğer taşa hem hâkim hem mahkûmdur. Bütün taşlar birbirlerine omuz omuza vermekle ayakta duruyorlar.
Üstad Hazretleri insan vücudunu böyle kubbeli bir binaya benzetiyor. İnsanın bedeninde çalışan her bir hücre, her bir organ da aynı o taşlar gibi mükemmel bir intizam ve ahenk içerisinde birlikte çalışmakla ayakta duruyorlar. O mükemmel intizam ve ahengi ise, Kayyum-u Bâki olan Allah te’sis ediyor.
Aynı rütbe ve makamda olan bir bölük asker düşünelim. Bu askerlerin mükemmel bir vaziyet ve nizam teşkil etmesi iki türlü olabilir: Birisi bir komutanın hariçten emir vermesi. Diğeri ise aynı rütbe ve makamda olan askerlerin birbirine hükmedip hem komutan hem de asker gibi olması. Yani asker, o nizam ve vaziyete girebilmek için hem emir alan bir er olacak, hem de emir veren bir komutan.
İkinci şık akıl dışıdır. Zira bir askerin hem er, hem de komutan olması; iki zıddın bir arada bulun masıdır ki, bu imkânsızdır.
Şu görünen eşyanın temel taşı zerreler, yani atomlardır. Zerrelerden, meselâ, bir hücre yaratılacaksa, her bir zerrenin o hücre binasında gerekli yerini en doğru şekilde alması gerekir. Bunun için de, “… herbir zerrede, ihatalı bir şuur, tam bir ilim lâzımdır.”
Muhit; Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir, ihata eden, tümüyle kaplayan mânasına gelir. Allah’ın bütün sıfatları muhittir, bütün varlık âlemini kaplamıştır. Hava unsurunun bütün ciğerlerde dolaşması, Güneş ışığının kendisine mukabil gelen bütün gözlere ışık vermesi, Muhit isminin birer tecellisiyle gerçekleşir.
Bir atomun hücrede vazife yapması için de hücrenin tamamını ihata eden bir ilme sahip olması gerekir, tâ ki yanlış yerde bulunmasın.
Hücrelerin bir araya gelmesiyle organlar teşekkül ediyorlar. Organları yerli yerine yerleştirmek için bütün bedeni ihata eden bir ilim gerekir. Beden ise; hava ve sudan, Güneş’e, Ay’a, mevsimlere kadar bütün kâinatla irtibat halinde bulunduğundan bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve kudret lazımdır ki o zerreler bir araya gelerek söz konusu bedeni teşkil edebilsinler.
Bir damla su, zatında ışık sahibi değilken, Güneş’e yüzünü çevirdiğinde ışığa, yedi renge ve ısıya sahip olabildiği gibi, zerreler de ilimden, iradeden ve kuvvetten yana hiçbir nasipleri olmadığı halde, Allah’ın kudretine mazhar olduklarında “esbabın binler lem’asından ve esbabın sultanından daha” fazla işler görürler.
Şimdi şöyle bir düşünelim: Meyveyi ağacın yaptığını söyleyenler, o kuru ağaca bir şuur, bir istek, bir irade ve kudret yüklemiş olmuyorlar mı? Böyle bir düşüncenin hakikatle hiçbir alâkası olamayacağında bütün akıl ve vicdanlar ittifak ederler. Bu ağaç, meselâ, bir portakal ağacı olsun. Onun C vitamini taşıyan bir meyve vermesi için, evvela insanı tanıması, bedenin bu vitamine olan ihtiyacını bilmesi, sonra onun damak zevki, ağız yapısı, midesinin hazım gücü konularında tafsilatlı bilgi sahibi olması gerekir ki, tadıyla, vitaminiyle, yumuşaklığıyla tam insana uygun bir eser ortaya koyabilsin.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Zeyl.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü