"Bir zerre, kocaman şemsi tecelli ile yani in’ikâs itibarıyla istiâb eder, içine alır. Fakat küçücük iki zerreyi bizzat, yani hacimleri itibarıyla içine alamaz..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"...Bir zerre, kocaman şemsi tecelli ile yani in'ikas itibariyle istiâb eder, içine alır. Fakat küçücük iki zerreyi bizzât, yani hacimleri itibariyle içine alamaz. Binaenaleyh, yağmurun şemsin timsaline makes olan katreleri gibi, kâinatın zerrat ve mürekkebâtı, ilim ve iradeye müstenid kudret-i nurâniye-i ezeliyenin -tecelli ve in'ikas itibariyle- lem'alarına mazhar olabilirler. Fakat gözün içindeki bir hüceyre zerresi, 'âsab, evride, şerâyin'de tesirleri görünen bir kudret, şuur ve iradeye menba’ olamaz. Bu acip san'at, muntazam nakış, ince hikmetin iktizasına göre kâinatın her bir zerresi, her bir mürekkebatı, ulûhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menba’ ve masdar olması lâzım gelir. Veya o sıfatlar ile muttasıf Şems-i Ezelî'nin tecelliyat lem'alarına makes olmaları lâzımdır."(1)

Atom kadar küçük bir cam parçası düşünelim. Bu küçük cam, dünyadan bir milyon üç yüz bir defa büyük olan Güneş’i tecelli ile içine alabilir. Güneş kendini onda gösterir. Ama o cam parçasına iki atom büyüklüğündeki bir cam yerleşemez.

Bu harika misâlden şu hakikat dersini alıyoruz:

Zerratta ve mürekkabatta, yani atomlar âleminde ve onların bir araya getirilmesiyle yaratılan varlıklarda görülen ilim, hikmet, kudret, rahmet gibi mânalar, onların malı değildir. Yâni, bu hakikatler o varlıklara mal edilemezler. Meselâ, Allah’ın rahmet ve inayetiyle bir meyve ağacından meyveler çıkıyor. Güneş gibi açık olan İlâhî rahmet ve inayet o ağaçta böylece tecelli etmiş oluyor. Bir zerre kadar cam parçasının koca Güneş’i içine alması gibi, rahmet ve inayet de ağaçta kendini gösteriyor. Meyveleri ağacın kendi gücüyle ve kendi merhametiyle verdiğini vehmeden bir insan, Güneş'in küçük bir cama yerleştiğini kabul etmiş gibi olur.

Bir diğer misal olarak hücreye bakalım:

Hücre hakkında yazılan bütün ilmî eserleri bir araya getirseniz müstakil bir kütüphane olur. Demek ki, o küçük varlıkta bu kadar mânalar, hikmetler saklı. Bir göz hücresini meydana getiren zerrelerin her biri, bedenin bütününü dikkate alır gibi hareket eder ve vazife görür. O zerrenin böyle muhit bir ilme sahip olduğunu düşünmek de Güneş’i küçük bir cam parçasına yerleştirmeye kalkışmak gibidir.

“Bu acip san'at, muntazam nakış, ince hikmetin iktizasına göre kâinatın her bir zerresi, her bir mürekkebatı, ulûhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menba’ ve masdar olması lâzım gelir. Veya o sıfatlar ile muttasıf Şems-i Ezelî'nin tecelliyat lem'alarına ma’kes olmaları lâzımdır.”

Masdar-Menba / Mazhar-Makes

Masdar; bir şeyin sudûr ettiği, çıktığı yer demektir. Menba da bir şeyin nebean ettiği kaynadığıdır, yer mânasına gelir. Bu iki mefhum yakın mâna taşırlar. Bir araziden su çıkmışsa suyu o arazinin yaptığı söylenebilir mi? Başımızdan saçlar sudûr eder, parmaklarımızdan da tırnaklar çıkar. Ama ne saçları kafatasının yaptığını söyleyebiliriz, ne de tırnakları parmakların eseri sayabiliriz. Aynı şekilde, ağaçları bahçenin yaptığını iddia edemeyeceğimiz gibi, meyveleri de ağacın yaptığını söyleyemeyiz.

Mazhar ve ma’kes mefhumlarının da mânaları birbirine yakındır.

Mazhar; bir şeyin göründüğü, zâhir olduğu, açığa çıktığı mekân demektir. Ma’kes ise bir ışığın aksettiği, göründüğü yer demek olur. Bir aynada Güneş'in aksinin görünmesiyle ayna Güneş’e ma’kes olmuş olur. Şimdi o ışığı aynanın yaptığı iddia edilebilir mi?

Üstad Hazretlerinin bu âleme "kitab-ı kâinat" demesinden hareketle, bu mefhumları bir kitap sayfası üzerinde tahlil etmeye çalışalım. Kitabın bir sayfasında yer alan ilmî bir makale, müellifin ilmini göstermekle o ilme mazhar ve ma’kes olmuş olur. İlim de bir nurdur; kendini kitabın sayfalarında göstermiştir. Lakin ne kitabın tamamında ne de o makalenin neşredildiği sayfalarda ilim sıfatı bulunmaz. Yâni, yazıya veya kitaba âlim denmez.

Bir risalede “manevî cemâlini size göstermek istiyor” ifadesi geçer. Allah’ın bütün isimlerinin ve sıfatlarının güzellikleri hep manevîdir, ancak bu manevî güzellikler şehadet âlemi dediğimiz şu görünen âlemde kendilerini gösterirler. Yâni, bu âlemdeki varlıklar esmâ ve sıfatın güzelliklerine de kemallerine de ayna ve mazhar olurlar, fakat o güzellikler ve kemâller o aynaların malı değildirler. Sıfatlar ve isimler birer manevî güneş ise, bu varlıklar o güneşleri gösteren birer küçük ayna hükmündedirler.

Zerrede ilim yoktur, ama Allah’ın ilmine ayna olur. Hücrede sanatkârlık yoktur, ancak Allah’ın san’atına ayna olur. Atomda kudret yoktur, lakin Allah’ın kudretine ayna olur.

Ne ışık Güneş'in malıdır, ne çiçekler bahçenin san’atı, ne de bebekler annelerinin eseri. Bunların tümü Allah’ın mülkü, O’nun eseri, O’nun san’atıdır. Şu var ki, şu hikmet dünyasında o eserler bu sebeplere bağlanarak gönderilmişlerdir. Bu bağlar da O’nundur, onlara bağlananlar da.

Zerreleri çıplak gözle göremediğimiz için, misallerimizi onlardan meydana gelen mürekkebattan vermeye devam edelim. Bir ağaç sayılamayacak kadar çok atomdan terkip edilmiş bir kudret mu’cizesidir. Üzerinde yer aldığı topraktan, kendisini kuşatan havaya, bulutları taşıyan rüzgâra, suları buharlaştıran Güneş’e kadar her şey ona hizmet etmekte, böylece ona kaderin tayin ettiği istidadı bütün bir kâinatın yardımıyla sümbüllenmekte ve meyveler boy göstermektedir.

İlâhî sıfatlardan sadece kudret üzerinde konuşacak olursak, ortada iki ihtimal vardır, ya bütün bu yardımlar Allah’ın sonsuz kudretiyle gerçekleşmektedir yahut ağacın kendisi sonsuz bir kudrete sahiptir ve saydığımız her şeyi kendi gücü ve kuvvetiyle kendine hizmet ettirmektedir. Bu ikinci şıkka göre o ağaç, Üstad'ın ifadesiyle; “ulûhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menba ve masdar” olmuş sayılır. Yâni sonsuz kudret ondan nebean etmekte, ondan doğmakta, ondan çıkmakta, ondan sudûr etmektedir. Her şeyiyle sınırlı olan bir mahlûka muhit ve mutlak sıfatlar isnad etmek ise aklen mümkün değildir.

"Veya o sıfatlar ile muttasıf Şems-i ezelî'nin tecelliyat lem'alarına ma'kes olmaları lâzımdır."

Muhit; her şeyi ihâta eden, tecelli dairesi içine alan demektir. Mutlak ise, icraatına bir kayıt konulamayan demektir; yani, ilâhî sıfatlar icraat gösterirken onları engelleyecek, sınırlayacak bir mâni bulunmaz. Allah’ın bütün sıfatları muhittir ve mutlaktır. Muhit olduğu için, o sıfatların tecellisinde az ile çok, büyük ile küçük, yakın ile uzak fark etmez.

Bu hakikat, On Altıncı Söz'de güneş misaliyle çok açık ve berrak olarak ortaya konulmuştur. Aynı misali bir diğer unsur olan hava için de düşünebiliriz. Hava unsuru yeryüzünün tamamını kaplamıştır, bütün bitkileri, hayvanları ve insanları ihata etmiştir. O unsurun bir tek canlıya nefes vermesiyle bütün canlılara nefes vermesi arasında fark olmaz, hepsini aynı kolaylıkta nefeslendirir. Her şeyi ihâta ettiği için de yakın-uzak, büyük-küçük farkı kalmaz.

Aynalarda tecelli eden ışığın bir tek Güneş'ten geldiği kabul edilmezse, aynalar adedince hakiki güneşleri kabul etmek icab eder.

İşte kâinat ve içindeki her şey birer aynadır. Bunlar üzerinde görünen sayısız hikmet, güzellik ve nakışlar ise Allah’ın isim ve sıfatlarının birer tecellisidir. Tek bir ilahın varlığını kabul etmeyen kişi, eşya adedince ilahları kabul etmek zorunda kalır.

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 10.150
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...