"Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizât-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp, câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten hurûc eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nâdir ferdleri..." İzahı?
Değerli Kardeşimiz;
“Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizât-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp, câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten hurûc eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nâdir ferdleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder."
"Meselâ, en câmi' bir mu'cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden hurûc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı, bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder.”
“Meselâ, en latîf ve umumi bir mu'cize-i rahmet olan bütün yavruların hazîne-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzûz etmiş, kabîlesinden cüdâ olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lûtuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister.”(1)
Fen ilimleriyle meşgul olan ilim adamları, elbette bütün mahlûkatla alâkadar olurlar. Ancak, onları ilâhî birer sanat olarak nazara almayanların bu bilgileri çok sönük ve ruhsuz kalır. Onlar, sadece eşyanın özelliklerine ehemmiyet verirler ve her şeye menfaat açısından bakarlar. O hârikaları ehemmiyetsizmiş gibi geçiştirir, intizamdan çıkan fertleri daha fazla nazara verirler. Üstad'ın verdiği insan misalini esas alırsak, tıp ilmi insan vücudunu bütün incelikleriyle ortaya koyar, her organın, her eklemin vazifelerinden tafsilatlı olarak söz eder. Ancak bu bilgiler o kadar ruhsuz olarak verilir ki, bunları okuyan çoğu gencin kalbinde iman ve marifet nurları parlamaz. Olanlara “âdiyat” perdesinden bakar, bilgi edinmek, sınıfını geçmek, ihtisas yapmak, dünyevî makamlarda ilerlemek gibi fânî ve cüz’î hedefler ilim ve marifetin önüne çıkar. “Fakat insanın kemâl-i hilkatinden hurûc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı, bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder.”
Üstad bu anlayışı kınamaktadır.
Aslında onların bu velvelelerinin altında, kâinattaki mükemmel nizamı tasdik etmek ve o nizama zıt gibi görünen bu ibretli halleri garip karşılamak saklıdır.
Aklı esas alan felsefe, Kur’ân güneşi yanında, sönük bir fener hükmündedir. Bu yüzden felsefenin sönük ışığı mevcudatı aydınlatıp okutmaya yetmiyor. Mevcudata ve hâdisata Kur’ân’ın nuru ile bakılırsa her şey aydınlanır, her varlık üstündeki sayısız hikmet okunur.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Bir sorum var. Öncelikle şunu diyeyim; yukarıdaki açıklamanızı okumadan önce şunu soracaktım: "İnsanların ekserisi farklı durum ve olaylarla (iki başlı insan mesela) merak duyarak ilgilenirler. O halde bunu felsefeye mâl etmek neden? Somut düşünüyorum: Bugün iki başlı bir insan doğsa, bugün yaşayan bir filozof bu duruma nasıl tepki veriyor ve nasıl ilgileniyor?" Üstad'ın FELSEFE'den kastını, FEN BİLİMLERİNE DİNSİZLİK GÖZLÜĞÜYLE BAKMAK şeklinde mi anlayacağız?
Felsefe burada olaylara Allah adına değil kendi adına bakmayı ifade ediyor. Yoksa müspet felsefeye bir gönderme bir sataşma söz konusu değil. Tabiatçılık gözlüğü ile bakan birisi İlahi isimleri değil olayların kendisini görüyor. Oysa olayların arkasında ki isimleri görmek gerekiyor.
Bir yavrunun,tek başlı;el ve ayaklarının beş parmaklı vs. doğması ülfet ve ünsiyete kurban gitmesinden dolayı insanın merakını celbetmiyor da iki başlı ve altı parmaklı doğması dikkatini celbediyor. Hâlbuki bir yavrunun anne karnındaki hâli, doğumu, sağlıklı sıhhatli doğması şaşılacak şeydi. Demek Allahu Teala hazretleri böyle farklı şekildeki yavruları dünyaya göndererek ülfet perdesini kaldırıyor.