"Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle mânidar, İlâhî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemâl-i lezzetle mütalâa ederler." cümlesini izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Kâinat kitabını mütalaa edenleri üç sınıf olarak değerlendirebiliriz:
Birincisi melekler ve ruhanîlerdir ki, Allah bunları kesretle yaratıp her bir mahlûk ve masnuuna vekil ve nazır yapmıştır. Yağmur damlalarından tutun ta arş-ı âzama kadar her bir mahlûka nezaret ve vekâlet eden melek ve ruhanîler vardır. Bunlar orada Allah’ın tecelli ve icraatlarını seyredip takdir ve tahsinde bulunuyorlar.
İkincisi insanlardır. Evet, Allah insanı o kadar cami’ ve vasi’ bir fıtrat ile yaratmış ki, “âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misâfireten getirir, akıl odasında misâfir eder.”
İnsan gözü belli bir sahada cevelan eder; çok küçük varlıkları göremediği gibi çok uzakta olan yıldızları da göremez. Keza, insan kulağı da belli frekanslar arasındaki sesleri işitir, daha hafif yahut daha tiz frekansları işitemez. Ama insan aklı öyle değil. Onun sahası çok geniş. İlk insandan bugüne, insan aklının ortaya koyduğu ilmî eserlerden, fennî keşiflere kadar bütününü birden nazara alalım, insan aklı bunlardan çok daha geniş sahalarda dolaşabilir. Nitekim her gün yeni bir keşifle, yeni bir buluşla karşılaşıyoruz.
İnsan; “kalem-i kudretin mektubâtı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütâlâa edip, hayretkârane tefekkür” eder.
Kâinat, kudret kalemiyle yazılmış bir kitap, her bir varlık o kitaptan bir kelime gibidir. Bütün bu kelimeler iki büyük sayfa olan yeryüzü ve gökyüzünde toplanmıştır:
İnsan, maddesi itibariyle küçük olmakla birlikte, bu iki sayfayı okuyabilen, onlardaki mânaları inceleyen ve gördüğü harika ilim ve hikmet tecellileri karşısında hayrete düşen bir varlıktır. Bu yönüyle diğer varlıkları çok geride bırakır. İnsanın ahsen-i takvimde yaratılmış olmasının bir yönü de budur.
Bu varlık âleminde her şey çok güzeldir ve her varlık çok ince san’atlarla dokunmuştur. İnsan, bu güzellikleri temaşa ettikçe marifet sahasında yükselir.
Mesela küçücük dili ile yeryüzündeki bütün yiyecek ve içecekleri tadıp tartabiliyor. İnsanın kalbi, ruhu, vicdanı, latife ve duyguları o kadar çok ve geniş ki, adeta kâinatı yutsa yine doymaz.
Üçüncü ve en büyük seyirci ise, Allah’ın bizzat kendi dekaik aşina nazar-ı küllisidir ki, Allah zaten bütün eşyayı istisnasız kuşatmıştır, her şey O’nun nazar-ı şuhudunda ve ilmindedir. Bir anda varlık sahasına çıkıp, kaybolan sayısız mahlûkatın olduğunu fen ilimleri beyan ediyor. Bunlara insanların muttali olması, bilmesi ve tefekkür etmesi mümkün olmadığına göre, Allah “bizzat nazar-ı dekaik aşinasıyla” bütün mahlûkatını seyrediyor, bir kısmına da “gayrın nazarıyla bak” tırıyor.
İlim, san’at ve fen konusunda çok ileri seviyede olan o sultan, kendi yaptığı eserin bütün inceliklerini bilir, onlarda ne gibi san’atlar sergilediğine vakıftır. Kendi eserlerini böylece müşahede eder. Bir başkası ise bu inceliklerden habersiz olarak, sadece o eserlerin görünen güzelliklerine, haşmetine, tenasübüne bakarak hayran olur. Bizim Süleymaniye Camiini seyredip hayran kalmamızla, bir mimarın seyri arasında çok fark vardır; onun nazarı daha dakiktir, san’at inceliklerini bizden çok daha iyi bilir ve görür.
Aynen bu misâl gibi, Allah’ın nihayetsiz ilim ve hikmetiyle, nâmütenahi kudret ve iradesiyle yarattığı bu kâinat ve içindeki mevcudatı bizim seyretmemiz çok üstünkörü, çok sathîdir. Meselâ, biz bir insana bakarken sadece organlarının şeklini ve onları kaplayan derisini görürüz. Kulağın ötesinde çalışan işitme tezgâhlarını, kafatasında yer alan beyni ve sinir sistemini, duyu merkezlerini, bütün organlarının ve hücrelerinin çalışmalarını, ruhla bedenin alâkasını ve böyle daha nice mu’cizeleri göremeyiz. Bir doktor bunları bize göre daha derin mânada bilse bile, o da, meselâ, beyin tezgâhının çalışmasını devamlı seyredip daima hayret edecek değildir. Milyarlarca insanın beyin tezgâhlarının çalışmasını sadece beyin ameliyatı yapan birkaç doktor, kısa bir müddet içerisinde ve bir derece seyredebilirler. Hâlbuki bu faaliyetler mutlaka seyirci isterler. Üstad'ın ifadesiyle,
“Evet, hüsün elbette bir âşık ister; taam ise, aç olana verilir. Hâlbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubudiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibadata, nihayetsiz melaike enva'ı ve ruhaniyat ecnası lâzımdır.”(15. Söz)
Melekler gibi, ruhanîlerin de hakikî mânada temaşa edemeyecekleri nice ince san’atlar insanda sergilenmektedir. İşte bütün bunlar Allah’ın nihayetsiz ilim ve hikmeti ile ortaya çıktıkları gibi, onları hakikî mânada seyreden de yine Allah’tır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü