"Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın." Bu meseleyi Birinci temsilin tamamı ile izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Birinci Temsil: On Birinci Söz'ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi, nasıl ki bir sultan-ı zişânın pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envaı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulum-u bediaya ilim ve ıttılaı olsa; her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zifünun dahi bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, ta nasın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi sanatının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin, tâ cemâl ve kemal-i manevisini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın." (Sözler, Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas.)
İnsanın manevi güzelliği, onun ruh âleminin, kalp dünyasının, ahlak yapısının güzelliğini ifade eder. Temsildeki padişahın ilim ve fenlere vukufiyeti, sanayi-i garibeden anlaması manevi bir kemaldir.
Cenâb-ı Hak maddeden münezzeh olduğundan, onun cemal ve kemali manevidir. Zatının güzelliği, esmasının güzellikleri, sıfatlarının nihayetsizliği, rahmetinin eşsizliği, iradesinin küllî, kudretinin mutlak olması gibi bütün kemal ve cemaller hep manevidir.
Bu tabirler temsildeki sultan için kullanılmıştır. İlim, sanat ve fen konusunda çok ileri seviyede olan o sultan, kendi yaptığı eserin bütün inceliklerini bilir, onlarda ne gibi sanatlar sergilediğine vakıftır. Kendi eserlerini böylece müşahede eder. Bir başkası ise bu inceliklerden habersiz olarak, sadece o eserlerin görünen güzelliklerine, haşmetine, tenasübüne bakarak hayran olur. Bizim Süleymaniye Camiini seyredip hayran kalmamızla, bir mimarın seyri arasında çok fark vardır; onun nazarı daha dakiktir, sanat inceliklerini bizden çok daha iyi bilir ve görür.
Aynen bu misal gibi, Allah’ın nihayetsiz ilim ve hikmetiyle, nâmütenahi kudret ve iradesiyle yarattığı bu kâinat ve içindeki mevcudatı bizim seyretmemiz çok sathîdir. Mesela, biz bir insana bakarken sadece organlarının şeklini ve onları kaplayan derisini görürüz. Kulağın ötesinde çalışan işitme tezgâhlarını, kafatasında yer alan beyni ve sinir sistemini, duyu merkezlerini, bütün organlarının ve hücrelerinin çalışmalarını, ruhla bedenin alâkasını ve böyle daha nice mu’cizeleri göremeyiz. Bir doktor bunları bize göre daha derin mânada bilse bile, o da mesela, beyin tezgâhının çalışmasını sürekli seyredip daima hayret edecek değildir. Milyarlarca insanın beyin tezgâhlarının çalışmasını sadece beyin ameliyatı yapan birkaç doktor, kısa bir süre içerisinde ve bir derece seyredebilirler. Hâlbuki bu faaliyetler mutlaka seyirci isterler. Üstad'ın ifadesiyle,
"Evet, hüsün elbette bir âşık ister; taam ise, aç olana verilir. Hâlbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüsatli ubudiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibadata, nihayetsiz melaike envaı ve ruhaniyat ecnası lazımdır." (bk. age., On Beşinci Söz.)
Melekler gibi, ruhanilerin de hakikî manada temaşa edemeyecekleri nice ince sanatlar insanda sergilenmektedir. İşte bütün bunlar Allah’ın nihayetsiz ilim ve hikmeti ile ortaya çıktıkları gibi, onları hakiki manada seyreden de yine Allah’tır. Zira bütün bunları ancak Cenâb-ı Hak yaratmakta, bilmekte, tanzim etmektedir. Ve bu harika faaliyetlerin birinci gayesi onun kendi cemal ve kemalini bizzat seyretmesidir.
Bütün varlık âlemindeki ilim, hikmet ve rahmet tecellilerini seyretmekte insanlar ve cinler yetersiz kalırlar. Bu görevi yapmak üzere; “nihayetsiz melâike envaı ve ruhaniyat ecnası” yaratılmışsa da onlar, özellikle kalbe ve hissiyata taalluk eden ince ve hassas işleri tefekkür etmede, çoğu zaman yetersiz kalırlar.
"Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni'-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalatını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir ki şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; her bir mevcud, pek çok dillerle onun kemalatını zikreder. Pek çok işaretlerle cemalini gösterir. Esma-i hüsnasının her bir isminde ne kadar gizli manevi defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. ..." (bk. age., Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas)
Cenâb-ı Hak, o mukaddes sıfatlarını bir derece bilelim diye bize de o sıfatların numunelerini, gölgelerini ihsan etmiştir. Şu var ki, bizdeki sıfatlar mahluktur ve Allah’ın sıfatlarına hiçbir cihetle benzemezler; ama ilahi sıfatların varlığı da ancak bu mahluk sıfatlarının vahid-i kıyasi olarak kullanılmalarıyla bir derece bilinir.
Bu hakikat, ilahi şuunat için de aynen geçerlidir. Cenâb-ı Hakk’ın kendi “cemal ve kemaline nihayetsiz bir muhabbeti vardır.” Ve o “nihayetsiz kemalatını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir.”
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü