Her cemal ve kemal sahibinin, cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrını; Cenâb-ı Hak ve insanlar açısından değerlendirir misiniz? Bu, bir ihtiyaç mı, iradî bir tasarruf mudur?
Değerli Kardeşimiz;
“İnsan, şuun-u İlâhiyenin bir mikyasıdır.” buyuran Üstad Hazretleri, bu derin hakikati de insandan bir örnek vererek aklımıza yaklaştırıyor:
“...İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir:
Birisi: Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona 'ille-i gaiye' denilir.
İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona 'dâî ve muktazî' tabir edilir.”(1)
Birinci şıkta zikredilen “maslahatların, semerelerin, faidelerin” tamamı, bu kâinat sarayında misafir edilen canlılar için söz konusudur. Allah’ın, ne Güneş'te yarattığı ışığa, ne ağaçtan çıkardığı meyveye ihtiyacı olmayacağı çok açık bir hakikattir.
İkinci maddede nazara verilen “dâî ve muktazi” şıkkı, Cenâb-ı Hak için de düşünülebilir; ancak, “muhabbet, iştiyak, lezzet” denilince bizim kendi ölçülerimizle anladığımız manalardan Cenâb-ı Hakk'ın münezzeh olduğunu hatırdan çıkarmamak şartıyla. Bunun içindir ki, Üstadımız bu konuda misaller verirken “lezzet-i mukaddese, aşk-ı münezzeh, ferah-ı mukaddes, şevk-i mukaddes, sürur-u mukaddes” gibi tabirler kullanır.
Risale-i Nur’da mahlukat hakkında “kelimat-ı kudret, mektubat-ı Samedanî, mektub-u Rabbanî” gibi tâbirler geçer. İnsan da kudret kalemiyle yazılmış bir kelimedir. Ve bir kâtip, yazdığı yazının hiçbir kelimesine benzemediği gibi, Cenâb-ı Hak da bu varlıkların hiçbirine, hiçbir cihetle benzemez. Yani, ‘O’nun varlığı başka varlıklara benzemediği gibi, görmesi başka görmelere, işitmesi diğer işitmelere benzemez. Aynı şekilde, O’nun kendi kemalini aynalarda bizzat müşahede etmesi ve kudret kalemiyle yazdığı Rabbanî mektuplara “müştak seyircilerin nazarıyla bakması” da insanların kendi eserlerini seyretmelerine ve onlara başkalarının nazarıyla bakmalarına benzemez. Bu ehemmiyetli noktayı göz önünde bulundurarak, sualin cevabını vermeye çalışalım.
Allah’ın zâtı, Kur’an'ın ifadesiyle “Ğaniyyü’n- ani’l-âlemîn” dir; kendi yarattığı ve terbiye ettiği âlemlere muhtaç olmaktan münezzehtir.
Bu konuda pek çok âyet-i kerime mevcuttur. Bunlardan sadece ikisini numune olarak, takdim ediyoruz:
“Kim cihat ederse, kendi nefsi için cihat etmiş olur. Çünkü Allah, âlemlerden müstağnidir.” (Ankebut, 29/6)
“Eğer inkâr ederseniz, şüphe yok ki, Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Bununla beraber, kulları hesabına, küfre razı olmaz...” (Zümer, 39/7)
Cenâb-ı Hakk'ın isimleri ve sıfatları bu noktada biraz farklılık arz eder. Onlar da “tecelliye muhtaç değillerdir, ama tecelli etmek isterler.” İstemekle ihtiyacı karıştırmamak gerekir.
Üstad Hazretleri, “Rezzak ismi rızık vermek ister, Şâfi ismi hastalıkların vücudunu ister…” buyurur. Yani "Rezzak" isminin mahiyetinde muhtaçların rızıklandırılmasını istemek vardır. Aksi halde bu isim tecelli etmeyecektir.
Bu konuya şu hadîs-i kudsînin ışığında bakabiliriz:
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlûkatı yarattım.”(2)
Bu mana en ileri derecesiyle insanda kendini gösterir:
Allah, hayat vermekle bize “Hayy (hayat sahibi) ve Muhyi (hayat verici)" olduğunu bildirmiş, biz de Allah’ı böylece tanıma imkânına kavuşmuşuz.
Bize verdiği cüz’î kudretle O’nun sonsuz kudretini, cüz’î irademizle O’nun küllî iradesini, …, bilmiş, Rabbimizi bu sıfatlarıyla tanımış oluruz.
İnsan, bu âlemde, hem Allah’ın en mükemmel eseri hem de kâinat sergisinin yine en mükemmel seyircisidir. Bu sergide teşhir edilen eserlerin her biri ayrı bir mu’cize olduğu gibi, onları seyir, takdir ve tahsin edecek bir varlık yaratması da Allah’ın yine en büyük bir mu’cizesidir.
Netice itibariyle, Allah’ın bilinmek istemesi rahmetindendir ve o mukaddes sıfatlarının ve güzel isimlerinin tecelli etmek istemelerinin bir neticesidir. Bunu ihtiyaç olarak değerlendirmek hatadır.
Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, On Sekizinci Mektup.
(2) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, 2, 132.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Yaratılan bir şey ontolojik olarak kendi yaratanından yabancılaşarak var olur.
İnsanların kendi elleri ve estetik derinlikleri ile yaptıkları sanat eserleri buna güzel bir misaldir.
Her ne kadar köken sanatçı olsa da eseri bağımsız bir karaktere sahip olduğu için diğer gözlemciler tarafından farklı yorumlanabilmektedirler.
Bu nedenle hermeneutik açıdan eser, sanatçısı ile gözlemcisi arasında ara bir bölgede bulunur. Gözlemci sanatçı ile eserin bu bağımsız doğası üzerinde karşılaşabilir.
Bunun gibi ilahi sanat olarak insan da sanatkârından bağımsızlaşarak var olur. Nitekim insandaki irade bunun en güzel göstergesidir.
Dolayısıyla yalnızca bu sorunun (sorgulamanın) sorulabilmesi bile yaratılmış bir varlık olarak insanın bağımsız iradesini göstermektedir.
Bu durumda kölelere zorunlu olarak kendini tanıtma gibi bir olgudan bahsedilemez.
İlahi sanat insan üzerinden kendi ötekisini yaratmış ve bu ötekiye kendini tanıtmıştır.
Nitekim;
- Allah ölümsüz, insan ise ölümlüdür.
- Allah, rızık veren insan ise rızıklanandır.
- Allah mükemmel insan ise noksandır.
- Allah mutlak bilen insan ise öğrenmeye muhtaç cahildir.
- Allah mutlak gören ve işiten insan ise sınırlı gören ve işitendir.
- Allah mutlak ben’e sahip olan insan ise izafi benliğe sahip olandır.
Tüm bu zıt sıfatlarıyla beraber insan irade ve tercih gücüne sahip olmakla Allah’ın ötekisi olur.
Mutlak olanın ötekisi kayıtlı ve sınırlı olandır. Gerçekten var olanın ötekisi gölge var oluştur.
İman ve marifet sahibi olan insanlar bu ötekinin, kayıtlı ve sınırlı olanın mutlak ve mükemmel olan hakkındaki kesin yargısını ortaya koymuşlardır.
İnkâr ehli olanlar ise mükemmellik ve güzellik üzerine olan bu tanıtımı ret ederek, çirkinlik ve görece yokluk üzerine bir tanımada bulunmuşlardır.
İnsanların ebedi hayatları bu tanıma üzerine gerçekleşecektir.
ifade deki hakikata cenab-ı hakkın kemalatı için ihtiyaç yok fakat bunu
daha sonra SARAY içindeki hem saray için hem yaveri için ve hem okuduğu nutuk için söylediği mana açıklıyor...
"Çünki anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; manasız bir kâğıttan ibaret kalır."
Sözler ( 122 )
yani kemalat-ı mutlaka bilinmezse bizim için anlaşılmaz olacak buda bize göre anlamsız biri durum olacak.
ahiret bizim için gayb ama biz onun geleceğini nasıl biliyorsak buradaki gördüğümüz hakikatlar
ahiretin varlığı için kat'i bir hakikat olduğu gibi görülen bu hakikatlar bizim için görünmez olsaydı ortaya çıkmasaydılar
aynı durum oluşacaktı.inkilab-ı hakaik durumu olacaktı.
gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla,
şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve
şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emaratı,
işaratı görünen adaleti inkâr etmek lâzımgelir.
Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef'al-i kerimane ve ihsanat-ı rahîmanenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu,
gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzımgelir. Bu ise, hakikatlerin zıdlarına inkılabıdır.
Halbuki inkılab-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir.
Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden Sofestaî eblehler hariçtir.
Sözler ( 56 )
Risale-i nurlarda, Allah için kullanılan bazı cümlelerin sonunda "ister, istiyor" gibi ifadeleri nasıl anlayabiliriz? Cenab-ı Hakk için istemek ne anlama geliyor?
İstemek burada İlahi şuunat anlamında kullanılıyor. Şuunat ise Allah’ın yüce Zatına ait ve insanların idrak etmesinin pek mümkün olmadığı yüce haller, müteal (aşkın) kabiliyet ve duygular anlamına geliyor.
Allah’ın Zâtı mukaddes olduğu gibi, şuunatı da mukaddes. Yâni, beşer aklı bu hususta ne düşünse, ne tahmin etse, ne hayaller kursa Allah’ın zâtı ve şuunatı bunların hiçbirine benzemez; hepsine benzemekten münezzehtir.
Şuunat, şe’nin çoğulu. Şe’n için Türkçemizde tam bir karşılık bulamıyoruz. En yakın mânâ olarak “şan, hal, tavır, kabiliyet” deniliyor.
Hâlık (yaratıcı) Allah’ın bir ismidir. Hâlıkıyet ise şe’nidir. Yâni, yaratıcı olmak Allah’ın şânındandır. Bu hâlıkıyetini icra etmek diledi mi, bu dilemeği, yâni bu iradeyi, ilim, kudret gibi sıfatlar takip ediyor ve halk (yaratma) fiili icra ediliyor. Böylece yaratılan o mahlûkta Hâlık ismi tecelli ediyor.
Rab da Cenâb-ı Hakk’ın bir başka ismi. Rab, yâni terbiye edici. Rububiyet (terbiye edici olmak) ise Allah’ın bir şe’ni.
Bütün İlâhî isimler böylece düşünüldüğünde, her birinin şuunât-ı ilâhiyyeden bir şe’n’e dayandığı anlaşılır.
Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’ndir. Allah da mahlûkatını sever ama, bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil. İşte bu İlâhî muhabbeti, mahlûkatın sevgilerinden ayırmak için “mukaddes” kelimesi kullanılır. Allah da kulunun ibadetinden memnun olur. Ama, bu memnuniyet bir padişahın kendisine itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir. İşte bunu zihinlere yerleştirmek için “memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılıyor. Bunlar da şuunat-ı İlahiyedendirler.
Allah’ın bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten, yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.
“Her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır” hakikatinden hareket ederek kâinata nazar ettiğimizde, Cenâb-ı Hakk’ın her bir fiilini icra etmekte, her bir ismini tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez. Zira, akıl ancak mahlûkat sahasında düşünebilir.
“İnsan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder. Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi mânâlar ile Zât-ı Akdes’in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder.” Otuzuncu Lema
Bu izahtan sonra şunu ifade edebiliriz Allah’ın bir şeyi istemesi haşa bir ihtiyaç bir zaruretten dolayı değil İlahi Zatında bulunan yüce şuunatından dolayıdır.