"Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür." ifadesini izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür."(1)
Bu cümle her şeyi maddede arayıp, maddeye tapan insanların itikadını özetleyen bir cümledir. Evet, materyalist felsefe beş zahiri duyu ile görülmeyen ve hissedilmeyen her şeyi inkâr ediyor. Halbuki insanın beş duyusu eşyanın tamamını görme ve idrak etme hususunda çok mahdut ve sınırlıdır.
Eğer sadece gözümüzle gördüklerimize ve zahirî duygularımızla hissettiklerimize inanırsak birçok şeyi inkâr etmemiz gerekir.
Mesela, şefkat, merhamet ve muhabbet kalbe mahsus hislerdir. Bunların müşahhas işaretleri vardır. Bir fakire yardım etmemiz kalpteki merhamet duygusunun bir alametidir.
Yine aklın varlığını çok bariz bir şekilde eserlerinden anlıyoruz ama onun varlığını ve mahiyetini beş duyumuz ile idrak edemiyoruz. Her şeyi maddede arayanlara göre aklın da inkâr edilmesi gerekir.
“Görmediğim şeye inanmam” sözünün altında, aklın vazifesini göze yükleme hamakati yatmaktadır. Hâlbuki insandaki her bir duyu ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin vazifesi diğerinden beklenmez.
Mesela, göz, kulağın; burun, dilin işini yapamaz. İnsan, gözüyle ne yemeğin tadına, ne bülbülün sesine, ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu organların vazifelerini yerine getiremezken, elbette aklın vazifesini de icra edemez.
Malumdur ki, herhangi bir eser, göz ile göründüğü hâlde, ustası akıl ile anlaşılır. “Görmediğime inanmam.” diyen bir insan, bu eserin yapıcısını inkâr durumuna düşer.
Aynen öyle de sonsuz bir kudretin ve nihayetsiz bir ilmin mücessem bir neticesi olan bu muhteşem kâinat sarayını seyrettiği hâlde, onun san’atkârını kabul etmeyen insan, en cahildir.
Işınlardan çok daha kesif olan havayı bile göremeyen insanoğlunun, “Görmediğime inanmam” diyerek inkâra sapması ne garip bir durum. İnanmak kalbe ait bir keyfiyettir. İnsan, inanmaya çeşitli yollarla gider. Görme, bunlardan sadece birisidir. Yemeğin tadına dilimizle, sesler âlemine kulağımızla bakarız. Mânalara, hikmet ve faydalara ise aklımızla nazar ederiz. İlim adamlarımıza göre, insan gözü şu âlemde mevcut ışınların çok az bir kısmını görebiliyor. Demek ki insan, görmeyi tek ölçü kabul etse, şu görünen âlemin bile yüzde doksanından fazlasını inkâr edecektir.
Hayatında hiç balık görmemiş bir insana; denizlerin ve nehirlerin nice canlılarla kaynaştığını söyleseniz bunu aklına sığıştıramaz. Zira denizi karaya nisbet eder, denizdeki canlıları da ormandaki ceylanlara benzetir, onları hayalen suya sokar ve boğar; böylece suda hayat olamayacağına hükmeder. Kokuşmuş bir et parçasını ve hayvan gübresini bile canlılarla kaynaştıran Cenab-ı Hakk’ın, bu muhteşem deryaları hayat sahipleriyle şenlendireceğini, ancak onların hayatının karadakilere benzemeyeceğini düşünen insan, hakikati bulur. Aksi halde bütün balıklar dünyasının varlığını inkâr etmekle, büyük bir cehalete düşmüş olur.
Aynı cehalet misali; meleklerin inkârında da sergilenmektedir. Yıldızların ve görmediğimiz nice âlemlerin nuranî varlıklarla şenlendiğini söylediğinizde, onların havasız, susuz bir hayatta yaşamalarını aklına sığıştıramaz ve inkâra sapar. Hiç düşünmez ki, kendi varlığında beden ve ruh olmak üzere iki âlem birlikte hüküm sürmektedir ve bunlardan birincisi gıdalarla beslendiği, hava ve su ile yaşadığı halde, ikincisinin bunların hiçbirine ihtiyacı yoktur. Yani, ne akıl, ne hafıza, ne de hayal; ekmekle, su ile hava ile beslenmezler; bunlara hiç muhtaç olmadan varlıklarını devam ettirirler.
İnsan bedenine maddî cihazların yanında, manevî kalb, akıl, hayal, hafıza, sevgi, korku, endişe, merak, merhamet gibi sayısız hisler ve duygular yerleştiren Cenab-ı Hak, şu görünen âlemin melekûtünde yani iç yüzünde de nice ruhanî ve manevî âlemler yaratmış, semavî kitaplarıyla onların varlığını bildirmiş ve gayba imanın bir şubesi olan meleklere iman hususunda da insanları imtihana tâbi tutmuştur.
Evet, denizler, deryalar ve nehirler bir âlem. Denizlerde yaşayan hayvanlar karada yaşayanların on katı. Toprak bir âlem, onda boy gösteren sayısız bitkiler ve hayvanlar da onun sakinleri. Hava bir âlem, nihayetsiz kuşlar ve sinekler onun misafirleri. Ve her varlık âleminin sakinleri bu âlemin şartlarına ve yapısına göre yaratılmıştır. Suyun içindeki balığa süzgeç verilmiş, havada uçan kuşa kanat takılmış. Bütün bunlar gösteriyor ki, her varlık âleminin kendine mahsus ve o âlemin şartlarına münasip sakinleri vardır.
Varlıklar sadece bizim şu dünyamıza ve şartlarına mahsus kılınmamıştır. Allah’ın mülkü geniş olmasından, varlığın nevileri de çoktur. Her âlemin de kendine mahsus seyircisi ve sakinleri vardır. Gaybî ve mâna âlemlerinin de kendine mahsus sakinleri vardır ki, Kur’an bunları "melekler ve ruhanîler" şeklinde tasvir etmiştir.
(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 55.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü