"İman ne kadar kıymettar ve hayattardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şûlesi böyle fâni hayatı, bâkiyâne hayatlandırır, üstündeki fenayı siler." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Elektriğin cihazları çalıştırması gibi, ruh da bedene girdiğinde bütün âza ve duyguları canlandırıp çalıştırıyor. Aynı şekilde iman da kalbe girdiğinde, bütün latifeleri canlandırır, nurlandırır ve mânalı kılar. Her bir duygu ve latife iman sayesinde Allah hesabına işlemeye ve hareket etmeye başlar.
Meselâ; akıl kâinat kitabını tefekkür eden yüksek bir müfettiş hükmüne geçer. Dil Allah’ın rahmet ve kerem hazinelerinden gönderilen ikramları tadıp şükre bir kapı açar. Kulak ulvî sesleri insanın ruhuna aktarır, ona inşirah ve huzur verir.
İmanın nuru ile nurlanan hayatlar fanilik damgalarını siler, sonsuz hayatın rahmet pırıltılarını nakşeder. İmansız hayatların ömrü bulunduğu dakikadan ibarettir ve çabucak silinip söner. Ama iman dirilen bir ruh, ebedî hayatın bir çekirdeği bir tohumu hükmüne geçer.
“İmân, nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniye’yi okutturuyor...” (23. Söz)
İnsan, bir yönüyle şu kâinat kitabında bir kelime hükmünde ise de, her bir insanda kudret kalemiyle yazılmış nice mektuplar vardır. Her bir organı ayrı bir mektup olduğu gibi, her bir hücresi de çok hikmet dersleri taşıyan müstakil bir mektup gibidir.
“Mektûbat-ı Samedaniye” ifadesi, insandaki bu mektupların her birinin ortaya çıkmaları ve vazifelerini yapabilmeleri için Allah’ın yardımına son derece muhtaç oldukları dersini verir. Bilindiği gibi Samed ismi “her şey O’na muhtaç olan, O ise hiçbir şeye muhtaç olmayan” demektir.
Bu İlâhî isim, insanın tüm varlığında tecelli ettiği gibi, her bir âzâsında, hattâ her hücresinde de tecelli eder. Meselâ, göz insan kitabında bir tek mektup gibidir. Bu mektubun, kendisine yüklenen vazifeyi yerine getirebilmesi için, başta güneş ışığı olmak üzere, bütün ışık kaynaklarına ihtiyacı vardır. Kulağımız ayrı bir mektuptur, işitme hâdisesini tahakkuk ettirebilmesi için havaya ve sesler âlemine muhtaçtır. Ayaklarımız yürüyebilmeleri için yerküresine ve onun muntazam hareket etmesine muhtaç olduğu gibi, midemiz de hazım faaliyeti için rızıklara muhtaçtır.
Bu ifadenin bilhassa tercih edilmesi, bir yönüyle de gafil insanların büyük bir vartasını nazara vermek içindir. Şöyle ki, gaflete dalan insan kendi varlığına, servetine, bilgisine o kadar ehemmiyet verir ki, bu gaflet karanlığı onu “üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniye’yi” okuyamaz hale getirir. Meselâ, kendini medih ve sena ederken, bu konuşmayı yapabilmesi için havaya, dile, dişe, damağa muhtaç olduğunu, hatta tükürük bezine muhtaç olduğunu hiç düşünmez. Konuşmada olduğu gibi yaptığı her işte de bütün bir âlemin onun imdadına koştuğunu, gayesine ancak böylece ulaşabildiğini nazara almaz.
Böyle bir adam karanlıkta kalmıştır, bu karanlık o kadar koyu ve zifiridir ki, kendini görmesine ve düşünmesine engel olmaktadır. İşte "Mektûbat-ı Samedaniye" ifadesi bu karanlığı ortadan kaldırır ve insanın yaptığı her işi, bütün bir kâinatın yardımıyla yaptığını, bu cansız ve şuursuz eşyanın onun imdadına koşmalarının ise ancak Allah’ın inâyetiyle gerçekleştiğini insana ders verir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü