"Mektûbat-ı Rabbaniye ve Samedaniye" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Rab ve Samed, Cenab-ı Hakk'ın iki ayrı ismidir. Kâinat ise bir kitap gibi Allah'ın doksan dokuz ismini bize anlatmaktadır. Bu kâinat kitabının her sayfasında bütün Esma-i ilahiye farklı derecelerde tecelli etmektedir. Kimi isim daha açık okunurken, kimi isim ise gölgesinde kalmaktadır. Bu husus Yirmi Dördüncü Söz'de şöyle izah edilmektedir;
"Kâinatın her bir âleminde, her bir tâifesinde, Esmâ-i Hüsnâ'dan bir ismin ünvânı tecellî eder. O isim, o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.
Hem mahlûkatın her bir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm her birisinde, has bir tecellî, has bir rubûbiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim her şeye muhît ve âmm olduğu halde, öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güyâ o isim yalnız o şeye hastır.
Hem, bununla beraber, Halık-ı Zülcelâl her şeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nurânî perdeleri vardır..." (24.Söz)
İşte bunun gibi bazı isimler, kainatın bazı sayfalarında daha bariz ve net okunmaktadır. Bu isim bazen Samed ismi olabilir, bazen Rab ismi olabilir, hangi isim o sayfada daha hâkim ise, Üstadımız o isimle tesmiye etmiştir. Eğer Samed ismi ise, ona Mektubat-ı Samedaniye, eğer terbiye eden manasına gelen Rab ismi ise, ona da Mektubat-ı Rabbaniye denilmektedir.
"Îman, nasıl ki bir nûrdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi okutturuyor..." (23.Söz)
İnsan, bir yönüyle şu kâinat kitabında bir kelime hükmünde ise de diğer taraftan her bir insanda kudret kalemiyle yazılmış nice mektuplar vardır. İnsanın her bir organı ayrı bir mektup olduğu gibi, her bir hücresi de çok hikmet dersleri taşıyan müstakil bir mektup gibidir.
Mektûbat-ı Samedaniye ifadesi, insandaki bu mektupların her birinin ortaya çıkmaları ve görevlerini yapabilmeleri için Allah’ın yardımına son derece muhtaç oldukları dersini verir. Bilindiği gibi Samed ismi; “Her şey O’na muhtaç olan, O ise hiçbir şeye muhtaç olmayan” demektir.
Bu İlâhî isim, insanın tüm varlığında tecelli ettiği gibi, her bir organında, duygusunda, hatta hücresinde de tecelli eder. Mesela, göz insan kitabında bir tek mektup gibidir. Bu mektubun, kendisine yüklenen görevi yerine getirebilmesi için, başta güneş ışığı olmak üzere, bütün ışık kaynaklarına ihtiyacı vardır. Kulağımız ayrı bir mektuptur, işitebilmesi için havaya ve sesler âlemine muhtaçtır. Ayaklarımız yürüyebilmeleri için yer küresine ve onun muntazam hareket etmesine muhtaç olduğu gibi, midemiz de rızıklara muhtaçtır.
Bu ifadenin özellikle tercih edilmesi, bir yönüyle de gafil insanların büyük bir vartasını nazara vermek içindir. Şöyle ki;
Gaflete dalan insan, kendi varlığına, servetine, bilgisine o kadar önem verir ki bu gaflet karanlığı onu “üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi” okuyamaz hâle getirir. Meselâ; kendini medih ve sena ederken, bunu yapabilmesi için havaya muhtaç olduğunu, dile, dişe, damağa muhtaç olduğunu, hatta tükürük bezlerine muhtaç olduğunu hiç düşünmez. Konuşmasında olduğu gibi yaptığı her işinde de bütün bir âlemin onun imdadına koştuğunu nazara almaz.
Bu dünyaya insan olarak gelmesi tabiî bir hâdiseymiş gibi ve onun imdadına gönderilen bütün varlıklar da ona hizmet etmeye sanki mecbur imişler gibi tuhaf bir ruh haletiyle bütün bu gerçekleri hiç düşünmeden yaşar.
Böyle bir adam karanlıkta kalmıştır. Bu karanlık o kadar şiddetlidir ki kendini görmesine ve düşünmesine engel olmaktadır. İşte mektûbat-ı Samedaniye ifadesi bu karanlığı ortadan kaldırır ve insanın yaptığı her işi, bütün bir kâinâtın yardımıyla yaptığını, bu cansız ve şuursuz eşyanın onun imdadına koşmalarının ise ancak Allah’ın inâyetiyle gerçekleştiğini ders verir.
Cümlenin devamında, “öyle de kâinatı dahi ışıklandırıyor, zaman-ı mâzi ve müstakbeli zulümâttan kurtarıyor.” buyurulur.
On Dokuzuncu Söz’de Allah Resulü (asm) hakkında,
"...bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan 'Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?' suâllerine muknî, makbûl cevap verir." (19.Söz)
buyurulur. Bu ifadenin ışığında, mazi ve müstakbel kavramlarını nereden gelip nereye gittiğimiz şeklinde anlayabiliriz.
İnsan, kâinât ağacının meyvesi olduğundan, insan için sorulan bu üç soruyu bütün varlık âlemi için de sorabiliriz. Kâinât nedir, nereden gelmekte ve nereye gitmektedir? İşte hem insan, hem de kâinat hakkında sorulan bu soruların cevapları ancak iman nuruyla bilinebilir.
O nûr ile bakıldığında bu varlık âleminin ve onun meyvesi olan insanın İlâhî isim ve sıfatların tecellileri oldukları, o isim ve sıfatlardan geldikleri anlaşılır. Hâdîs-i Şerifte âhiretin tarlası olduğu haber verilen bu dünya, o ebedî âlem hesabına çalışmakta ve ona doğru gitmektedir. Dünyanın mahsulleri olan insanların yolculukları da yine ahirete doğrudur; ya ebedî saadet diyarına yahut ebedî azap menziline...
Öte yandan, bir dakika sonrası hakkında hiçbir bilgisi olmayan insan, iman nuruyla baktığında ölümün hakikatini, kabir hayatını, kıyameti, mahşer meydanını, sıratı, mizanı, cennet ve cehennemi bilmektedir. Aynı şekilde, geçmiş asırlarda insanları irşad ve ikaz için gönderilen peygamberlerin kıssalarını da yine iman nuruyla, Kur’ânın bildirmesiyle bilmekte ve onlardan gerekli ibret derslerini almaktadır.
"Mistar-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektûbât-ı Rabbâniye’yi mütalâa makamında, tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar." (11.Söz)
Nur Risalelerinde, âlemdeki varlıklar için, “mektûbat-ı Rabbaniye” tâbiri kullanılır. Yâni, her varlık bir İlâhî terbiyeden geçmiş, çok mânâlar yüklenmiş, ayrı bir şahsiyet kazanmış ve bir Rabbanî mektup olmuştur. Bu mektupların mürekkebi atomlardır.
Nur Külliyatı’nda bu kâinat “kudret kalemiyle yazılmış bir kitaba” benzetilir ve “Bir harf bile kâtipsiz olamayacağına göre, her kelimesi ilim ve hikmetle dolu olan şu kâinat kitabı elbette ancak Allah’ın eseridir.” hakikati akıllara ve kalplere yerleştirilir.
Keza, kâinattaki varlıklar için bazen de “mektûbat-ı Rabbaniye” tabiri kullanılır. Mektup “yazılan, yazılmış” demektir. Bu tabirle, akıllara çok ibretli bir tefekkür levhası sergilenir. Kâinattaki varlıklar da kudret kalemiyle yazılmış birer mektuptur. Bu mektupların çok mühim bir özelliği Rabbanî olmalarıdır.
Biz bir meyvenin ismini yazsak yahut resmini çizsek, ona bakanlar da o meyvenin ismini söylerler, ama ondan faydalanamazlar, çünkü o yazdığımız isim yahut yaptığımız resim “meyve olma” terbiyesinden geçmemiştir. Sadece cansız bir yazı veya şekil olmaktan ileri gitmez.
Allah’ın yarattığı bir meyveye baktığımızda durum farklıdır. O meyve de kudret kalemiyle yazılmış bir kelimedir. Şu var ki, biz o yazıdan faydalanabilir, yani onu yiyebilir, ondan istifade edebiliriz. Bir harf kâtipsiz olmazken, bir kelime, meselâ “elma” kelimesi elbette kâtipsiz olmaz. Sadece bir isim olmaktan öteye geçemeyen “elma” kelimesi kâtipsiz olmazsa, elbette bir mektûb-u Rabbanî olan gerçek elmalar da sahipsiz, sânisiz olmazlar.
Biz, yazdığımız “Güneş” kelimesinden ışık beklemeyiz; deniz kelimesinde balık avlayamayız; tarla kelimesinden mahsul alamayız. Çünkü bunların hiçbiri rabbanî değildirler, yani bir terbiyeden geçmemişlerdir. Allah’ın bu kâinat kitabında yazdığı bütün harfler, kelimeler, cümleler İlâhî bir terbiyeden geçmişlerdir, rabbanîdirler ve onların taşıdığı özelliklerden sürekli istifade edilir. İnsanın bir kâğıda yazdığı “güneş” kelimesi, sadece güneşin ismini ifade eder. Cenab-ı Hak da sema sayfasında güneş yazmıştır. Ama bu güneş rabbanî bir mektuptur. Bir terbiyeden geçmiştir; ışık vermektedir, ısı vermektedir.
Malumdur ki, bir yazı önce zihinde planlanır, takdir edilir, daha sonra cümleler halinde kâğıda dökülür. Şu mahlûkatın harika özellikleri, vazifeleri, şekilleri, taşıdıkları hikmetler gösteriyor ki, bunlar Allah’ın ilminde takdir edilmişler ve o takdire uygun olarak da yaratılmışlardır.
Bir materyaliste göre, mektupları mürekkepler yazmışlardır. Tabiatçıya göre mürekkebin mektup olması tabiidir. Ve bir evrimciye göre, “mektuplar mürekkeplerin çok uzun süre beklemesiyle yazılmışlardır!”
"Kâinat kitabının mürekkebi atomlardır," dedik. Bu atomlar İlâhî kudret ile var edilmişler ve yüz kadar elementten sonsuz denecek kadar yıldız, güneş, gezegen yaratılmış. Bunların tamamına birden “kâinat” diyoruz ve bu kitabın her kelimesinin hatta her harfinin İlâhî bir terbiyeden geçtiğini ve Rabbanî olduğunu çok iyi biliyoruz.
Bu yaratılış, “misdar-ı kader üstünde kalem-i kudretle yazılan mektûbat-ı Rabbaniye” ifadesinde, bir temsil ile nazara verilir.
Misdar, cetvel demektir. Sadece düz bir hat çizmeye yarayan cetveller olduğu gibi, değişik geometrik şekiller taşıyan cetveller de vardır. Bunlardan birini kullandığımızda, kalemimiz o düz hat yahut o çizgiler üzerinde gezer. Cetveli kaldırdığımızda, ondaki çizgiyi yahut şekli kâğıda geçmiş olarak buluruz.
İşte eşyanın kaderde planlanması o cetveldeki şekillerin tespitine benzetilmiştir. Şekiller yahut çizgiler o misdara göre ortaya çıktığı gibi, mahlûkat da Allah’ın ilminde tayin edilen mahiyetlerine göre bu dünya yüzüne çıkarılır; “daire-i ilimden daire-i kudrete” geçirilirler.
CANLI TABLOLAR
Çoğumuz, bir tablonun güzelliğini anlatırken, canlılığı üzerinde durur, ona ağırlık veririz. “Resimdeki çocuk sanki gerçekten ağlıyor” veya “kuzunun süt emmesini ne güzel canlandırmış”, gibi sözler ederiz. Burada beğenilen tablolar bir başkasıyla karşılaştırılır; farkında olunmadan. İşte bu esas tablo şu kâinattır yahut ondan kesitler.
Bu tablonun en belirgin özelliği, Rabbanî oluşudur. Yâni onda yazılanlar, çizilenler, resmedilenler bir terbiyeden geçmişlerdir. Ressam, bir elma resmi çizer, ama onun elmasında ne vitamin vardır, ne koku, ne de lezzet; sadece sanatlı bir şekil ve güzel bir taklittir. Kâinat tablosundaki elmalar ise Rabbanîdirler, yani “elma” mahiyetinin cisimleşmiş birer şekli olarak terbiye görmüşlerdir.
Gerçekten de dünya harikalar harikası bir muhteşem tablo; ama nasıl! Yağmuru gerçekten yağar; güneşi gerçekten doğar; kuzuları gerçekten meler; insanları gerçekten düşünür, sevinir, ağlar; kuşları gerçekten uçar... Bir ressam da bu tablo içinde bir figürdür; resim yapmaktadır. O ressam yaptığı resimlerden söz edilmesini isterken kendisini çizen kalemden nasıl gafil olabilir!
Her eseri sanatkârının bir çiçeği, bir meyvesi olarak değerlendirmeli. Eserin ortaya çıkmasında sanatkâra bahşedilen kabiliyetin, ona takılan âletlerin, azaların büyük payı unutulmamalı. Güneşten ziya akıtan, ağaçtan meyve çıkaran, deryada balık üreten şu kâinatın sahibi, insanda da çok çeşitli eserler yeşertmekte, mahsuller yetiştirmekte. İnsanın eli, dili, fikri, hayali ayrı birer derya, ayrı birer tarla... Elinden çıkan resimlere, hatlara, mimarî yapılara; dilinden dökülen güzel sözlere, harika nutuklara; fikrinden süzülen kitaplara hep bu gözle bakılmalı.
Yalnız şu nokta unutulmamalı: Ağaç ne için yaratılmışsa onu yazıyor. İnsana ise yazacağı şeye kendisinin karar vermesi imkânı tanınmış. Başında uzayan saçla, kaleminden dökülen yazının farkı burada. Bu yüzden, eserin güzeli yanında çirkinini, harikası yanında pespayesini de verebiliyor. Buna engel olunmayışını, bu dünyada imtihan oluşunun icabı olarak değerlendirmek gerekir.
Dünya tablosu sürekli değişmekte. Canlıların konuşup susmalarıyla, oturup kalkmalarıyla, doğup ölmeleriyle; ayrıca rüzgârın esmesi, suların akmasıyla, tablonun tamamının da durmadan dönmesiyle her an yeni yeni manzaralar ortaya çıkıyor ve kayboluyor. Bu tabloda biz de vazifemiz tamam oluncaya kadar yaşayacak, sonra silineceğiz; büyük sergide yeniden teşhir edilmek üzere...Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Mektûbat-ı Rabbaniye ve Samedaniye" terkibini çok güzel açıklamışsınız. Ufkumu açtı. Maaşallah Sübhanallah..