"İnsan" ne demektir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

İnsan: Bu kelimenin aslı, lügat âlimlerince "ins"ten geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir. Nisyan unutmak ve unutkanlık manasındadır. İnsana akıl, şuur ve iman ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahlûku olup, Rabbanî nimetleri unutkanlığı dolayısıyla "insan" denilmiş.

İnsanı, ilk defa Eflatun “İki ayak üzerinde yürüyen tüysüz bir canlı” şeklinde tarif etmiştir.

Daha sonra Aristo, insanı “hayvan-ı natık” (konuşan canlı) olarak tarif eder. Bu, efradını cami, ağyarını mani bir tariftir. İşte bu tarifle insan diğer canlılardan ayrılmaktadır. Mantık âlimleri buradaki konuşmayı “akıl ve idrak sahibi” manasında kabul etmişlerdir. Yani “İnsan, akıl ve idrak sahibi bir mahlûktur.” Buradaki natıkıyet, akıl ve idrak manasında olmakla birlikte, elbette insanın konuşma melekesine de bir işaret vardır. Çünkü insanın düşünüp işittiklerini başkalarına anlatması lâzımdır. Bu da ancak konuşmayla mümkündür.

Bu tariften anlaşılıyor ki, insan, hem düşünen, hem de konuşan bir canlıdır. Meşhur bir kaide-i külliyedir ki, “Evvela cins lazım cami ola, envaını ve efradını, saniyen fasıl lazım, mani ola ağyarını, cami ola efradını.” Bu mantık kaidesine göre “hayvan-ı natık” tarifinin birinci kelimesi bütün canlıları içine aldığı için ona cins, ikinci kelimesi de insanı diğer canlılardan ayırdığı için ona da fasıl denir.

Demek ki, yukarıda zikredilen Aristo’nun tarifi efradını cami, ağyarını mani bir tariftir. Bununla beraber, bu tarif de insanın mahiyetindeki ulvîyeti ve yaratılışındaki hikmeti tam olarak ortaya koyamamıştır.

İslâm âlimleri insanı sadece konuşan bir canlı olarak görmemiş, onun Allah’ın en mükerrem ve en şerefli mahlûku, en sevgili muhatabı, Esma-i ilahiyenin en cami aynası, kainatın ve bütün mahlukatın yaratılış sebebi ve arzın halifesi olarak görmüşlerdir. Ayrıca insanın varlık ve şerefinin sadece dünyaya münhasır kılmayıp, ahirette de ebediyen devam edeceğini beyan ederek, onun mahiyet ve ulvîyetini, kıymet ve değerini sayfalar dolusu kitaplarla izah etmişlerdir.

Bu asrın müceddid ve mürşidi olan Bediüzzaman Hazretleri de eserlerinde insan için birbirinden güzel ve mükemmel yüzlerce tarif ortaya koymuştur:

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi ve kâinat Kur’anının âyet-i kübrası ve ism-i a’zamı taşıyan âyet-ül kürsisi ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me'zun en faal memuru ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, vâridat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler san'atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebed'in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı ve cüz'î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî ve kâinat sultanının ism-i a'zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hassı ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakrıyla ve aczi ile beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı ve istidadca en zengini ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkattir.” (Şualar)

"... mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda nümunesi vardır."( Sözler, Yirmi İkinci Söz)

Misal-i musağğar, küçültülmüş misâl demektir. Kâinât büyük âlem, insan ise onun küçültülmüş bir numunesi olan küçük âlemdir. Kâinat küçülse insan, insan büyütülse kâinat olur. Kâinatta azametli ve büyük yazılmış tevhit hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ama daha okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Bu hususta kâinat ile insan müsavidir, fark sadece kemiyettedir.

Bir risalede, “insanın bu kâinât ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi olduğu” ifade edilir. Meyve ise ağacın küçültülmüş hali gibidir. Ondaki çekirdek, ağacın bütün hususiyetlerini netice verecek bir programa sahiptir.

Nur Risalelerinde beyan edildiği gibi, kâinattaki levh-i mahfuzun küçük bir misâli insanın hafızasıdır. Âlem-i misalin bir numunesi insanın hayalidir. Taşların misali kemikler, toprağın misâli ise etlerdir.

Ruhlar âlemi insanın ruhuyla temsil edilirken, bu varlık âleminin “şehadet ve gayb” (görünen ve görünmeyen) olarak iki kısma ayrılmasının da bir küçük misâli insanın “bedeni ve ruhudur.”

Melekler âleminin bir küçük misali de insanın ruh dünyasında kaynaşan hissiyattır. Arş, bütün âlemlerin bir idare merkezi olduğu gibi “Kalb de bir arştır.”, o da beden âleminin emir ve komuta merkezidir.

Daha böyle yüzlerce cihetten insanla kâinat arasında bir münasebet vardır; ağaçla meyve arasındaki münasebet gibi.

"İnsan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve levh-i mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anasır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semavât ve arzın aktarında intişar etmiş..." ( Lem'alar, On Yedinci Lem'a)

İnsanı kâinat kadar geniş yapan şey, onun fıtratına konulan istidattır. İnsanda her âlem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her bir cihazı ve latifesi bir âleme açılan bir penceredir.

Meselâ; göz bir penceredir, şehadet âlemine açılır. Kulak bir penceredir sesler âlemini açılır. Hayal bir penceredir misal âlemi ile irtibat kurar. Ruh bir menfezdir ruhlar âlemine açılır. Kalp muhabbetullahın kapısıdır. Akıl, hikmetli mevcudat âleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır. Daha buna benzer binlerce aza, his, duygu ve latifeler insanın geniş mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir âlem ile merbuttur.

İnsanın kuvvelerine bir sınır konulmadığı için, terakkisi de tedennisi de nihayetsiz oluyor. İnsan Allah ile muhatap olup O’nun huzuruna çıkacak kadar inbisat da eder. Aynı insan, hayvandan yüz derece aşağı adi bir mahlûk da olabilir.

İnsan mahlûkat içinde Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçecek geniş mahiyete sahiptir. Meselâ; midenin açlık hissi ile Rezzak ismini, tat alma duyusu ile Allah’ın Kerem ve Muhsin ismini, cüzi iradesi ile Allah’ın külli irade sıfatını, cüzi ilmi ile Allah’ın sonsuz ilim sıfatını bilebilir ve ölçebilir.

  • KÂİNATIN MEYVESİYİZ

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi…” (Şuâlar)

Yerküremiz Güneş Sisteminden bir dal. Hepimiz yer çekimiyle o dala takılıyız. Ciğerlerimizle havayla alışverişteyiz. Güneş gözümüzün içinde çalışıyor.

Gözümüze güneş kadar muhtacız. Ciğerimize hava gibi ihtiyacımız var.

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

Şu görünen âlem, bedenimizin imdadına durmadan koşarken, bedenimiz de her an ruhumuza hizmet etmekte.

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

Kâinat kimin ise biz de O’nun mülküyüz. Kâinat kime itaat ediyorsa, biz de O’na ibadete mecburuz. Kâinatı kıyamete doğru kim götürüyorsa, bizi de ölüme doğru o sevk ediyor.

Beden ve kâinat... İkisi de ruha hizmetkâr.

Ve ruh, bu hizmetçilerini aşmaya mecbur.

Meyve, ağaç ötesi içindir. Ağacının içinde kaybolan bir meyve düşünebiliyor muyuz? Eğer ruh, bedeni ve kâinatı aşamazsa maddede boğulur gider...

Atmosfer bedenimizi sararken, bakışımız yıldızlarla oynaşır, düşüncemiz âhiretle kaynaşır...

Gökyüzü bütün ihtişamıyla üstümüzde boy gösterirken, biz onu bir kitap gibi okur, mütalâa ederiz.

Bu kabiliyetimizi yerinde kullanırsak, şu âlemi mahlûk bilir, onun Hâlık’ına iman ederiz. Yeryüzünü bir sofra, bir beşik bilir, onun Mâlik’ine hamd ederiz. Maddeyi mahkûm görür, onun Hâkim’ine kul oluruz...

İşte insanın, kâinatı aşması böylece tahakkuk eder.

Meyve, ağacın üstünde bahçeyi seyreder. İnsan da bu dünyadan âhirete nazar ediyor; orası için hazırlanıyor.

Daldan koptuğumuz an, o âleme geçeceğiz.

  • İNSAN MERKEZÎ NAKIŞ

Bir risalede, insan “merkezî bir nakşa” benzetilir. Bir halının ortasındaki nakış, halının her tarafından uzanan iplerle dokunduğu gibi, insan da bütün bir kâinattaki esmâ tecellilerinin merkezi olmuş, bütün elementler onun imdadına koşmuş, bütün âlemler onda temsil edilmişlerdir. Hafızasıyla levh-i mahfuza, hayaliyle misâl âlemine, bedeninde kaynaşan hissiyatıyla melekler âlemine numune olmuş.

Merkezî nakşın bütün halıya muhtaç olması gibi, insan da bütün bir kâinata muhtaçtır. Bu ihtiyaç, onun mahiyetine İlâhî rahmet ve hikmetle konulmuştur. Zira bu ihtiyaç, mahlûkatı insanın hizmetine koşturmuş ve onu arza halife yapmıştır.

  • İNSAN AYRI BİR NEV’ GİBİ

“İnsanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir.” (Mesnevî-i Nuriye)

İki insan aynı manzarada farklı şeyler hissediyor, aynı hâdiseye farklı yorumlar getiriyorlar.

Bir hayvan nev’inin, bütün özellikleri o nev’in her bir ferdinde toplanmış bulunuyor. Ama insanlar öyle değil. Kendilerine emanet verilen maddî ve manevî cihazları birbirinden çok farklı sahalarda kullanmaları, onları sanki ayrı varlıklar hâline getiriyor.

Herkesin elinde aynı marka kalem; ama, her birinden farklı yazılar çıkıyor. Kıyamete kadar da kim bilir daha ne yazılar dökülecek ortaya.

Ama hayvan nev’i öyle değil. Bugünkü ceylan bin yıl önceki dedesinin yaptığını yapıyor. Güzelliğiyle de onun bir kopyası gibi...

İnsan nev’indeki bu kadar ayrılık, bedenden değil ruhtan ileri gelmekte. Bu ayrı ruhlar; değişik çiçekler yahut farklı canavarlar gibi.

Tilkiyi kurnazlığıyla, kurdu ise yırtıcılığıyla tanırız; ama, insan nev’inde öyle fertler çıkıyor ki, tilki nev’inin ilk atasından son torununa kadar bütününün hileleri onların hileleri yanında küçük kalıyor.

Yine insan nev’inde öyle vahşi ruhlar boy gösteriyor ki, kurt nev’inin bütün fertlerinin ruhlarındaki vahşet ve ihtiras, onların topuğuna erişemiyor...

Varlık âlemindeki yüksek-alçak, acı-tatlı, sert-yumuşak gibi karakterler de farklı insanlarda değişik tonlarla kendilerini gösteriyorlar.

Kâinatı çok gerilerde bırakacak derecede yüksek insanlar da var; çok alçak insanlar da.

Günlük hayatımızda bunun binlerce misalleriyle karşılaşıyoruz. Bazı insanları gördüğünüzde aklınıza namaz gelir. Onlar bu halleriyle bir câmi vazifesi görürler.

Bazı kimselerle konuştuğunuzda kendinizi bir veznenin önünde hissedersiniz. Kulağınıza gelen sadece para sesidir.

İnsanlar, dış görünüşleri aynı olan farklı fabrikalar gibi. Ürettikleri mamule, dokudukları kumaşa göre isim alıyorlar.

Bir ömür boyu elimizle göze görünür bir bina kurarken, iç âlemimizde de görünmeyen bir başka eser inşa ediyoruz.

Ve onu burada bırakmayıp, beraberimizde götürüyoruz.

Bu eserin ismi “amel defteri.”

  • İNSANIN FARKLILIĞI

İnsanın bu kâinat tablosunda diğer varlıklardan çok farklı bir yönü, çok değişik bir vazifesi var. O, hem figür, hem seyirci. Kendisine takılan âletlerin her biriyle başka bir âlemi seyrediyor ve keşfediyor.

Gözün, kulağın, aklın seyrettiği daireler birbirinden ne kadar farklı ve ne kadar uzak! Aralarında ulaşılmaz mesafeler var. İşte bu uzak dairelerin bir arada, iç içe bulunması tabloya ayrı bir güzellik katıyor.

İyi insanlar, hayatlarıyla kâinat yüzüne manevî nakışlar işlemekte, rahmanî çiçekler takmaktalar. Kâinat bu güzel neticeler için yürüyüşünü sürdürmede, zaman bu mahsulleri zaptetmek için akışını devam ettirmede.

Her insan bir fabrika gibi, iyi veya kötü mamullerini piyasaya devamlı sürmekle meşgul.

Doğru veya yanlış, bu kâinatta en fazla mâna neşredenler, zamanda en çok iz bırakanlar insanlardır.

Her insan ayrı bir sanatkâr. Günlük yaşayışıyla kendini işliyor. Öğrendikleriyle aklına, seyrettikleriyle gözüne, sevdikleri veya nefret ettikleriyle kalbine yeni şeyler takıyor, onları ya güzelleştiriyor veya kıymetten düşürüyor.

Dünyaya geldiği günden beri, hem ölüme doğru koşuyor, hem de amel defterini yazıyor!...

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 3.169
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...