"İstiare", "Mecaz", "Mesel", "Temsil", "Teşbih" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Mecaz; bir kelimenin gerçek manası dışında hususi manasıyla kullanılmasıdır.
“Malda, parada gözüm yok” diyen bir kişi, bunu mecaz manasıyla ifade etmiş, kanaatkâr olduğunu, haris olmadığını vurgulamıştır.
“Falan kişinin eli delik” denilse, o kimsenin elinin gerçekten delik olduğu değil, çok israf ettiği kastedilmiş olur.
“Şu kimsenin külü fazla” dendiği zaman, o kişinin zengin, cömert ve misafirinin eksik olmadığı anlaşılır.
“Falan kişinin eli uzun” dendiği vakit, o adamın nüfuzunun etkili olduğu anlaşılır.
“Falan adamın kellesi koltuğunda” söylendiği zaman, o kişinin ölümü göze alarak büyük işlere girdiği, gözünü budaktan esirgemediği ifade edilmiş olur.
İstiare ve mecaz: Kelimeler ya gerçekten vaz'olundukları manada veya vaz'olundukları mana dışında kullanılırlar. Birincisine "hakikat", ikincisine "mecaz" adı verilir.(1) Mesela, "bülbül" kelimesini kuş için kullandığımızda "hakikat", güzel sesli biri hakkında kullandığımızda "mecaz"dır.
İşte istiare, "alakası teşbih olan mecaz" şeklinde tarif edilir.(2) Mecaz istiareye göre daha geniş kapsamlıdır. Her istiare mecazdır, fakat her mecaz istiare değildir.(3) Benzeri bir cümleyi teşbih - istiare ilişkisi açısından söylemek mümkündür: Her istiare teşbihtir, fakat her teşbih istiare değildir.(Ak, s. 279; Ebu Zehra, s. 257) Banarlı'nın ifadesiyle istiare, teşbihin en kısa, en güzel şeklidir. (Banarlı, s. 99)
İstiare kelimesi etimolojik olarak birinden iğreti bir şey isteyip almayı bildirir. Mesela,
"Gece siyah bir yarasa gibi uçtu" ve
"Karşımızda muazzam bir sonsuzluk çölü uzanıp gidiyordu"(4)
Cümlelerine bakalım. Birinci cümlede gece siyah bir yarasaya benzetilmiş ve uçurulmuştur. İkinci cümlede ise çölün bitmez tükenmez enginliği, ona sonsuzluk verilerek anlatılmıştır.
Bir de Mehmed Akif'in şu ifadelerine bakalım:
"Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa..."(5)
Burada düşman kalabalığı önce mahşere benzetilmiş, sonra da "kudursa, çıldırsa..." ifadeleriyle o mahşeri kalabalık bir köpeğe teşbih edilmiştir. Burada "mahşer- kudursa- çıldırsa" kelimeleri gerçek manaları dışında kullanılmışlardır.
Yahya Kemal "Sessiz Gemi" isimli şiirinde bir cenaze manzarasını anlatır. Şiirde tabut bir gemiye, ölüm de seyahate benzetilir. Bu gemiyle yapılan seyahat manzarası, bir cenaze alayının temsilidir. Benzetilen (gemi) söylenmiştir, ama özellikler hep bir ölünün ardında kalanların davranışlarını yansıtır.(6)
İstiarede şu üç özellik görülür:
1. İstiare bir mecazdır.
2. İstiarede gerçek manada kullanılmadığına delalet eden bir "karine-i mania" vardır.
3. İstiarede teşbih amacı söz konusudur.(7)
Teşbih ve istiare bazen birbiriyle karıştırılır: Benzetme edatı zikredildiğinde teşbih olduğu aşikârdır. "Ali aslandır" ifadesi beliğ bir teşbihtir. "Aslan geldi" ifadesi ise istiaredir.
İstiare, Abdülkadir Cürcani'nin dediği gibi, cansızı canlı, dilsizi fasih, konuşmayan varlıkları beyan sahibi, gizli manaları aşikâr yapar.(8)
Mesel ve Temsil:
"Mesel" kelimesi eş- benzer manasındadır. Kendisinde garabet bulunan bedi' sözdür. Bu garabet onu dillere destan yapmıştır.
Meselde temel umde olan garabet onun diğer sözlerden farklı olması demektir. Bu özelliği sebebiyle, mesel dillere destan olur, ağızdan ağza, nesilden nesle yayılır gider. Meselâ; Hz. Musa ile Firavun’un mücadelesi dillere destan olduğundan hemen her devirde kendilerine atıfta bulunulmuştur.
Kendisinde garabet olan her hayret verici hal, sıfat veya kıssa için "mesel" tabiri kullanılır. Meselâ; Hz. İsa'nın babasız yaratılışı ile ilgili olarak "Şüphesiz Allah katında İsa'nın meseli Âdem’in meseli gibidir" denir. Burada söz konusu olan her iki peygamberin hayret verici halleridir. Zira Hz. Âdem anne-babasız olarak doğrudan topraktan yaratılmış, Hz. İsa ise, sadece anne ile dünyaya gönderilmiştir. (Ra'd 35 ve Muhammed 15.)
Ayetlerde "müttakilere va'dolunan cennet'in meseli şöyledir..." denilmekte ve ardından cennetin hayret verici tavsifi yapılmaktadır.
Mesel ve temsil, aslında aynı kökten gelir. Her mesel, aynı zamanda bir temsildir. Ancak her temsil mesel değildir. Temsil şöhret bulup yaygınlaşınca mesel olur. Temsilde olduğu gibi, meselde de asıl olan teşbihtir.
Abdülkahir Cürcanî, belağatın temel kitaplarından olan "Esraru'l-Belağa" isimli eserinde, temsilin tesirini şöyle anlatır:
"Temsil, manaya bir elbise giydirir. Ona nüfuz kazandırır. Kadrini yükseltir. Ateşini alevlendirir, manayı daha parlak yapar. Nefisleri kendine çekmede kuvvet sağlar. Kalbleri kendine davet eder. Kalbin en uzak köşelerinden o manalara bir hareket başlar. İnsan tabiatını, muhabbetle o manalara boyun eğdirir."
"Getirilen temsil eğer medh için ise, o manaları daha parlak, daha azametli yapar. Nefiste tesiri daha asil, daha büyük olur. Medhi daha süratli sağlar, feraha daha çabuk ulaştırır. Eğer zem ise, dokunuşu daha acıtıcı, dağlaması daha yakıcı, incitmesi daha şiddetlidir.Eğer hüccet ise, bürhanı daha nurlu, galebesi daha kâhir, beyanı daha açıktır."(9)
Cürcani'nin bu veciz ifadelerini bazı misallerle açmakta yarar görüyoruz. Şöyle ki: "Yaptığın kötülüğe karşı iyilik göremezsin, boşuna kendini kandırma!" yerine, "Dikenden üzüm toplayamazsın, ancak ektiğini biçersin" demek.
"Kıymetini bilmeyeceği şeyleri cahile söyleme" yerine, "hınzırların önüne inci saçma!" demek;
"Dünya devam etmez, baki kalmaz" yerine, "dünya geçici bir gölgedir" demek elbette daha edebi ve daha müessirdir. (Abdali, s. 39- 40)
Temsil, Kur'ân’ın gizli manaları bildirmekte, gerçekleri göstermekte kullandığı bir vesiledir. (Abdali, s. 57) Kur'ân-ı Kerim, meselelerini anlatırken sıkça temsiller verir. Mesela, sahabenin mehdi şöyle bir temsille yapılır:
"Onların hali bir ekine benzer ki, filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, ardından gövdesi üzerinde doğrulmuş, ekincilerin hoşuna gidiyor..." (Fetih, 48/29)
Sahabe, İslam’ın başlangıcında sayıca az idi. Sonra çoğaldılar, kuvvetlendiler. İnsanları hayrette bırakacak şekilde ilerlediler.(10)
"Şüphesiz Allah kendi yolunda kurşunlarla kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever."(Saff, 61/4)
Ayetinde medih yoluyla bir teşvik vardır.
Kur'ân’ın yetim malı ve faiz yiyenlerle ilgili ifadeleri son derece caydırıcı birer temsil tarzındadır. Şöyle ki:
"Zulmen yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın bir çılgın ateşe yaslanırlar." (Nisa, 4/10)
Cenab-ı Hak faiz yiyenlerle ilgili olarak şöyle bildirir:
"Faiz yiyen kimseler şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar. Bu, onların 'Alışveriş tıpkı faiz gibidir.' demelerindendir..." (Bakara, 2/275)
Teşbih
Kur'ân’ın i'caz sırlarından biri teşbihtir.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği üzere; “Teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telakki edilir.”
“Dünya neyin üzerindedir” diye sorulan bir suale Peygamber Efendimizin (sav.); “Sevrin (öküz) ve hutun (balık) üzerinde” buyurması bir mecazdır. Bazı kimseler burada kastedilen teşbih ve mecazı anlamamış, onu gerçekten öküz ve balık olarak anlamışlardır. Dünya döndüğüne göre, zaten böyle bir şeyi akıl ve mantık kabul etmez.
Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi şöyle izah etmektedir:
“Hamele-i Arş ve Semavat denilen melaikenin birinin ismi “Nesir” ve diğerinin ismi “Sevr” olarak dört melaikeyi, Cenab-ı Hak arş ve semavata saltanat-ı rububiyetine nezaret etmek için tayin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan Küre-i Arz’a dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi “Sevr” ve diğerinin ismi “Hut”tur. Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki: Arz iki kısımdır: Biri, su; biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omzundadır. Küre-i Arz’a müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev’ine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır.”
Eskiden karada yaşayan insanlar ziraat ile meşgul olduklarından ve bunu öküz vasıtasıyla yaptıklarından o hayvan zikredilmiştir. Aynı şekilde, deniz kenarında yaşayan insanlar da rızkını balık üzerinden temin etmekte, onun ticaretini yapmakta hayatlarının bu şekilde idame ettirmekte idiler. İşte Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.)bu hakikati gayet veciz ve hikmetli bir şekilde ifade etmişlerdir.
Şimdi biri, “Dünya kalemin ve kılıcın üzerindedir” dese, bundan ilim anlaşılacağı gibi, devletin bekası da kılıç ve kalem iledir.
Teşbih ve temsiller Kur’an-ı kerim’in mühim bir ifade tarzıdır. Kur’ân-ı Kerim'in muhataplarının ekserisi avam tabakasından olduğu için, birçok derin meseleler ve ulvî hakikatler temsillerle, teşbihlerle harika bir şekilde ifade edilir ve dürbün gibi akla yaklaştırılır.
Kur’an-ı Kerim ve hadislerde geçen hikâye ve temsiller, hakikate götüren ipuçlarıdır. Temsil ve hikâyelerin asıl gayesi anlaşılması zor olan derin hakikatleri ve ince meseleleri akla yaklaştırmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Kur’an avam insanların fehmine göre, onların fikir ve hissiyatlarını okşayan temsil ve hikâyeler ile tenezzül ediyor, misaller getiriyor.
"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir." (İbrahim Suresi, 14/25)
Burada iman; damarları, gövdesi, dalları, meyveleri olan güzel bir ağaca benzetilmiştir. İman ağacının damarları ilim, marifet ve yakindir. Gövdesi ihlastır. Dalları iyi işler, meyveleri ise güzel ahlak- hasene yani güzel hasletlerdir. Bir ağacın meyve vermesi için sulanıp bakılması gerektiği gibi, iman ağacı da ilim, marifet, tefekkür ve ahlak-ı hasene ile sulanmazsa, o da kuruma tehlikesine mâruz kalır.
“Kötü söz ise, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarılabilen, kökleşip yerleşmeyen değersiz bir ağaca benzer." (İbrahim Suresi, 14/26)
Bu ayette ise kötü söz, köksüz bir bitkiye benzetilmiştir. Ne sağlam kökü, ne yükselen dalları, ne güzel meyveleri, ne gölgesi vardır. İşte kâfir böyledir.
Aklı ikna, kalbi tatmin hususunda teşbih ve temsillerin çok mühim bir yeri vardır. Aklın şaşkınlığını bertaraf eden sakinleştirici haplar gibidir. Mesele çok büyük ve derin, onu tartan akıl da çok küçük olunca, ancak temsil ve hikâyelerle hakikatler bir nebze de olsa akla yaklaştırılıyor.
Mevlana gibi bazı zatlar hayvanları konuşturarak çok hikmetli dersler vermişlerdir. Elbette hayvanların konuşmaları vakıa mutabık değildir, ancak o hikâye ile verilen dersler hakikattirler.
Bediüzzaman Hazretleri de teşbih ve temsillerle yeniden diriliş, haşir, kader ve melaikelerin varlığı gibi derin meseleri akla yaklaştırmıştır.
“Sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.”
Çıplak gözle göremediğimizde bir cismi yakınlaştırmak için dürbün kullanırız. Derin ve ince şeyleri görebilmek için mikroskoba müracaat ederiz, dağınık ışıkları toplamak için mercek kullanırız. Aynı şekilde ince ve derin hakikatleri, uzak ve dağınık mânaları anlamak ve görebilmek için de temsil, mecaz ve hikâye gibi edebî san’atları kullanmak gerekiyor.
Teşbih (allegori), aralarında ya hakikaten veya mecazen münasebet bulunan şeyleri birbirine benzetmektir. Teşbihte esas olan, zayıfın kuvvetliye benzetilmesidir.
Meselâ; "Ali, aslan gibi cesurdur" dediğimizde Ali'nin cesaretini aslana benzetiriz. Bu cümlede teşbihin dört esasını da görmekteyiz:
1. Müşebbeh, yani benzeyen. (Ali)
2. Müşebbehünbih, yani benzetilen. (Aslan)
3. Vech-i şebeh, yani benzetme ciheti. (Cesaret)
4. Edat-ı teşbih. (gibi)
Bu dört unsurun da beraber bulunduğu teşbihe "teşbih-i mufassal"; vech-i şebehi söylenmeyen teşbihe "teşbih-i mücmel"; edat-ı teşbihi bulunmayan teşbihe "teşbih-i müekked" ve vech-i şebehle edat-ı teşbihi olmayan teşbihe "teşbih-i beliğ" adı verilir.
Dört unsuru da taşıyan teşbihler fazla kullanılmaz. Belağat cihetiyle de makbul değildir. "falanın ilmi deniz gibi" demektense, "falan deryadır" demek daha tesirlidir.
Teşbih ile ifadede birtakım incelikler, nükteler, ibretler vardır. Teşbih, manayı canlı bir şekilde zihne yaklaştırır. Günlük hayatımızda ve edebiyat alanında sıkça teşbihlerle karşılaşırız. Meselâ; siyah saç geceye, yüksek insanlar yıldıza, at rüzgâr ve şimşeğe, yıldızlar inci ve çiçeklere, gemiler dağlara, cimri insan kurak araziye... benzetilir.
Dipnotlar:
(1) bk. Cevdet Paşa, s. 26-27; Zeydan, Abdulkerim, el - Veciz, Mektebetu'l-İslâmî, İst. 1979, s. 279- 282; Tarlan, Ali Nihat, Edebi Sanatlara Dair, İnkılap Kitabevi İst. 1993, s. 11; Banarlı, Nihat Sami, Edebi Bilgiler, Remzi Kitabevi İst. 1948, s. 97.
(2) bk. Kazvînî, s.124; Haşimi, 303-304; Mevlevi, s. 71; Rıfat, Muhammed, Mecamiu'l - Edeb, ts. s. 284; Ak, Halid Abdurrahman, Usulü't - Tefsir ve Kavaiduhu, Daru'n - Nefais, Dımeşk, s. 277; Şahiner, s. 49-50.
(3) bk. Cürcani, A. Kahir, Delailu'l- İ'caz, s. 356.
(4) bk. Wellek, R. ve Warren A., Edebiyat Biliminin Temelleri, Ter. Edip Uysal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara, 1983, s. 251.
(5) bk. Ersoy, Mehmed Akif, Safahat, İnkılap ve Aka Yay. İst. 1984, s. 352.
(6) bk. Kocakaplan, İsa, Açıklamalı Edebi Sanatlar, MEB. Yay. İst. 1992, s. 71.
(7) bk. Külekçi, Numan, Edebi San'atlar, Akçağ Yay. İst. 1995, s.53-54.
(8) bk. Cürcani, Abdülkahir, Esraru'l Belağa, Tashih ve ta'lik: M. Reşid Rıza, Daru'l- Matbaatu'l - Arabiye, s. 33.
(9) bk. Cürcani, Abdülkahir, Esraru'l-Belağa, s. 92-96.
(10) bk. Beydâvî, II/413; Kurtubi, XVI/194; Bursevi, İsmail Hakkı, Ruhu'l - Beyan, Eser Neş. İst. 1389 h., IX/59.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü