"Nazarı tams eden ve belâğatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek, ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meâli tutulur..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Bakışları körleten ve belagatı kapatan ve örten bir mesele de görünüş ve zahirle sınırlı kalıp onunla iktifa etmektir. Hatta bütün meseleleri, sadece görünüşte ve akılda telakki ettiklerinden bu sathi nazarlılar, hakikat noktasında mecazla ve edebi sanatlarla ilgilenmezler. Eğer ilgilenmek isterlerse de, mecazların ve edebi sanatların sadece zahirine ve görünüşüne bakarlar. Bu bakış ve nazar, mecaz ve sanatlarda gizlenmiş olan zahirinden başka, diğer ince ve hassas olan, duygu ve latifelerin istifade edeceği manevi gıdalardan mahrum kalırlar.

İşte böyle olanlar ayet ve hadisleri bu nokta-i nazardan tefsir ederler ise, mezkur belagat ve güzellikleri örterler ve kapatırlar.

Çünkü bu zahir perestlerin, mecazlar ve zikredilen edebi sanatlarla ilgili düşünceleri; mecazların ve edebi sanatların söyleniş gayelerinin, akla ve anlamaya hizmet etmesinden ibarettir. Ve mecazların yegane gayeleri, meseleleri sadece akla yaklaştırmaktan başka bir şey değildir.

Halbuki aklın ve onun gıdası olan mananın dışında; insanın pek çok latife ve hissiyatları vardır ki; bunların gıdaları ve zevkleri işte o mecaz ve edebi sanatların varlığı ve sayesi altında gizlidir.

Zira hakikatın görünmesine ve anlaşılmasına vesile olan mecaz ve edebi sanatlar sadece akli anlamda kullanılmayabilir. Demek ki mecazlara ve genel olarak belagata bakış açısı, sadece aklı tatmin için değildir.

Çünkü bazen mecazlar hissi, bazen makamla ilgili, bazen de sıradan ilgisiz ve alakasız bir sebeple kullanılabilir.

İşte mecazlarla alakalı bu farklı takdirlerde, diğer latifelerin ve duyguların istifadeleri ve istifazeleri esas alınmıştır.

Üstadımız; burada Kur'an-ı Kerim'e, hadislere ve onlarda geçen mecazlara ve edebi sanatlara yaklaşırken, ifadelerin görünüşüne bakarak, sadece aklın istifadesini esas almak; insanı aldatır, istifadeyi azaltır, diğer latifeleri mahrum bırakır ve mecazın altındaki gizlenmiş ve ancak onunla anlaşılabilecek hakikatleri ve manaları kapatır, demektedir. Hülasa; Üstadımıza göre, noksan ve eksik bir bakış tarzı olur.

O halde yüksek sözlerde ve kelamlarda kullanılan mecazlar ve belagat; esas olan külli manayı ve teferruatını koruyup muhafaza etmede büyük önem ve vazife ifa etmektedir. İşte bu sebeple en yüksek söz olan Kur'an-ı Kerim, üslubunda mecaz, temsil ve sanat yolunu ve tarzını ihtiyar etmiştir.

"Ben 'zahirperest' ve 'nazar-ı sathî sahibi' tâbiriyle yad ettiğim ve tevbih ve tânif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem, ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemal-i İslâmı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. Fakat, bazan ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalık eden dinin cahil dostlarıdır."

"Beşinci belâ: Ehl-i tefrit ve ifrat olan biçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de, her mecazın her yerinde taharrî-i hakikat etmektir. Evet, mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşvünema bularak sümbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir."(1)

Mecaz, soyut ve derin hakikatlerin iyi anlaşılmasında kullanılan bir vasıta bir araçtır. Bu yüzden Kur'an ve Sünnet'te, imana dair ince konuların anlaşılmasında bu teşbih ve mecaz çokça kullanılmıştır. Ama maalesef cahil takım, bu mecaz vasıtasını hakikate tatbik ederek vasıtalıktan gayeye dönüştürmüşler. Ve mecazda işaret edilen ince manalar gizli ve örtülü kalmıştır. Üstad, burada bu sakat ve hastalıklı bakışa işaret ediyor.

Şişe ışık değildir, ışığa kuvvet veren bir araçtır. Şişeye fitil demek ne kadar safsata ise; Kur'an ve sünnet içinde geçen mecazi ifadeleri aynı ile kabul etmek de aynı derecede safsatadır. "Allah arşa istiva etti" ayetini, Allah; elmas ve altınlardan yapılmış bir tahta oturuyor, şeklinde anlamak hem küfür, hem de safsatadır.

Mecaz, hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi. Meselâ, bazı hadis-i şeriflerde; dünyaya nezâret eden iki melâikenin öküze ve balığa benzetildiği gibi.

Bir kelime, kendi mânasında kullanılırsa; hakikat olur. Eğer bir münasebetle asıl mânasından başka bir mânada istimâl edilir ve kendi mânasında kullanılmasında "karine-i mânia" bulunursa mecazdır.

Meselâ; tahta kelimesi ağaçtan satıh mânasına olduğu halde hakikattır. Fakat yazı levhası mânâsına kullanılır. Faraza, muallim tarafından talebeye "tahta başına geç" denilirse, mecazdır. Çünkü, levhanın tahtadan yapılmış olması münasebeti ile bir de başına geçilecek tahtanın ancak yazı tahtası olup döşeme ve tavan tahtalarının başına geçilemiyeceği karine-i mâniası ile o kelime hakikat mânâsından mecâz mânâsına naklolunmuştur. Nakildeki münasebete alâka denilir. Alâkası teşbih olan mecazlar istiâre, başka türlü alâkası bulunanlar da mecaz-ı mürseldir. Mecaz-ı mürselin alâkaları teşbihten başkadır ve en meşhurları şunlardır:

1. Hulul: Hakikat ve mecaz mânalarında birinin ötekine mahal olmasıdır. (Derse girildi) denildiği vakit, hâl olan dersin söylenip onun mahalli bulunan dershânenin kasdedilmesi. (Yemekhâneye indi) denilince de, mahal bulunan yemekhânenin zikrolunup yemeğe inildi, denilmek istenmesi gibi. Mânâca cüz'i bir fark ile buna, zarfiyyet, mazrufiyyet alâkası da diyebiliriz.

2. Sebebiyyet, müsebbebiyyet: Hakiki ve mecazi mânâlardan birinin diğerine sebeb müsebbeb olmasıdır. "Bir muharrir, kalemiyle geçinir" cümlesinde sebeb olan kalemin zikredilip müsebbeb olan yazı ücretinin kasdedilmesi; kar yağarken söylenilen "bereket yağıyor" cümlesindeki müsebbeb olan bereketin zikredilip, sebeb olan karın murad edilmesi gibi.

3. Cüz'iyyet, külliyet: Hakikat ve mecaz mânâlarından biri, diğerinin cüz'ü olmasıdır. Diğer bir tabir ile; bir şeyin bütünü kasdedilmesidir. "Marmaradan her yelken Uçar gibi neş'eli" beytindeki yelken kelimesi gibi. (ki, onun zikriyle bütünü söylenip parçası, yahut parçası söylenip bütünü bulunan kayık murad edilmiştir).

4. Itlâk ve takyid: Hakikat ve mecaz mânâlarından birinin mutlak yâni umuma; o birinin mukayyed, yâni hususa delâlet eder olmasıdır. Hayvan kelimesindeki mânâ umumidir. Hayvan deyip de meselâ "At"ı murad etmek onu mukayyed bir mânâda kullanmak demek olacağından "Mecaz" olur.

5. Kevniyyet: Bir şeye eski hâlinin ismini vermektir. Bir vâlidenin, yetişmiş oğluna; "bizim çocuk" demesi gibi.

6. Evveliyyet: Bir şeyi sonra olacağı isim ile zikretmektir. Tıbbiye ve deniz mekteblerine yeni girmiş talebeye "Doktor ve Kaptan" denilmesi gibi.

Yukarda tarif edildiği gibi, mecazın bu gaye ve ilmi prensiplerini bilmeyen cahiller, mecazı aynı ile kabul edip, yani zahiri üzere tatbik ederek, mecazı zahirperestlik hastalığına çeviriyorlar. Mecazın her köşesinde hakikat aramak ya da hakikate tatbik etmek cehalettir. Üstad bu manaya şu cümle ile işaret ediyor:

"Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikate inkılâb eder, hurâfata kapı açar."(2)

İslam düşüncesine hurafelerin girmesinde, bu mecazı hakikat telakki etme hastalığının payı büyüktür.

"Altıncı belâ: Nazarı tams eden ve belâğatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek, ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meâli tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadisin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâğatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatin imtinâıdır. Halbuki, karine-i mânia, aklî olduğu gibi, hissî ve âdî ve makamî, daha başka çok şeylerle de olabilir. Eğer istersen, Cennetü'l-Firdevs gibi olan Delâilü'l-İ'câz'ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir. Göreceksin, o koca Abdülkahir, gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor."(3)

Diğer bir hastalık da; meal, tercüme ve tefsirin ayetin orijinal manası ve lafzının yerine konulmasıdır. Halbuki ayet ve hadisler insanın sadece aklına hitap etmiyorlar, insandaki bütün latife ve duygulara bir hisse ve pay veriyorlar. İşte meal, tercüme ve tefsir insanın sadece aklına hitap ediyor; sair duygu ve latifeler hissesiz kalıyor. Kur'anî ve mecazi ifadelerde sadece aklın işi kolaylaştırılmıyor, sair duygulara da bir hisse bir pay var.

Ayet ve hadisin orijinal ifadesindeki haşmet ve nüfuz, tercüme ve tefsirinde kalmaz. Ayetin aslında bin hasiyet var iken, tefsirine on geçer tercümesine bir geçer. Bu yüzden tefsir ve tercümeye, Kur'an nazarı ile bakılmaz. Bu manayı belagat imamları eserlerinde izah etmişler. Üstad, bu imamlardan Abdülkahir Cürcani’yi örnek olarak veriyor.

“Karine-i mecaz, aklen hakikatin imtinâıdır. Halbuki, karine-i mânia, aklî olduğu gibi, hissî ve âdî ve makamî, daha başka çok şeylerle de olabilir.”

Mecazi ifadelerin işaret ettiği manalara karine denir. Mesela “Aslan gibi adam.” denildiğinde, aslan mecazının işaret ettiği ana mana cesaret ve güçtür.

Lakin karineler sadece akla hitap etmiyorlar, karineler aynı zamanda insanların duygularına zevklerine ve edebi anlayışlarına da hitap ediyorlar. Bu durumda ayet ve hadislerde ki mecazları tefsir ederken sadece akla bakan manalar esas alınırsa mecazın diğer özellikleri uçup gider. Bu da hem mana hem de istifade kısırlaşmasına yol açar.

İlgili ders videosu için tıklayınız:
- Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Dersleri (23. Bölüm).

Dipnotlar:

(1) bk. Muhakemat, Birinci Makale (Unsuru'l-Hakikat), On İkinci Mukaddime.
(2) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 56.
(3) bk. Muhakemat, Birinci Makale (Unsuru'l-Hakikat), On İkinci Mukaddime.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...