Kızıl İcaz ve Talikat eserleri hakkında bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’un çeşitli yönleri üzerinde pek çok çalışmalar yapıldı. Söz gelimi Risalelerin tefsir, kelam, felsefe vd. ilimler yönünden bulunduğu yeri göstermek için makaleler, kitaplar ve tezler hazırlandı. Ne var ki Bediüzzaman Hazretleri’nin ve risalelerin mantık yönü üzerinde hemen hemen hiç durulmadı. Bunun sebebi belki henüz zamanının gelmemiş olmasıydı. Belki de daha başka sebeplerle bu önemli ihtiyaç yerine getirilmedi.
Mantık, Üstad’ın müstakil olarak eser yazdığı önemli bir ilimdir. Yukarıda geçen iki eser, Eski Said döneminde kaleme alınmış ve ilim çevrelerinde ilgiyle takip edilmiştir. Bunun yanında Risale-i Nur’un diğer eserlerinde de yoğun bir mantık örgüsü göze çarpmaktadır. Bediüzzaman, iman esaslarını ispatlarken, mantık terimlerini ve mantıkla ilgili delilleri çok fazla kullanır. Bediüzzaman’ı klasik mantığın skolastik zihniyeti içerisinde kaybolmuş bir medrese âlimi görmemek şartıyla, risalelerin temelinde yer alan ilimlerden birisinin de mantık olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle, risaleler tefsir, hadis, kelam, belağat, mantık gibi dini ilimler ve fen ilimlerinin mezcedilmesiyle, Kur’ân’dan hareketle ve bir ilham eseri olarak kaleme alınan kitaplardır. Üstad başta iman hakikatleri ve kelam ilminin meseleleri olmak üzere İslamî konuları işlerken sağlam bir mantık örgüsü kullanmıştır. Üstad’ın tahsil hayatında çok kısa bir süre içerisinde ezberlemiş olduğu pek çok temel İslamî eser içerisinde mantık kitapları da bulunmaktadır. Nakledildiği üzere Üstad, bu kitapları her üç ayda bir kere ezberden tekrar ediyordu.
TALİKAT
Risale-i Nur'da Talikata Dair...
“Ta’likat namındaki telifatı, mantıkta bir şaheserdir..." (bk. Sözler, Konferans)
“Bilâhare Hazret-i Üstad (R.A.) -İşarat-ül İ’caz, Kızıl Îcaz, Hutbe-i Şamiye, Reçetet-ül Ulema ve Reçetet-ül Avam ve elyazı Ta’likat kitapları hariç- bütün Arabî risalelerini Mesnevî-i Nuriye şeklinde tasnif ettikleri zaman, çok kavî bir ihtimal ile bu eser Üstadımızın eline o sıra geçmemiş olsa gerektir." (Mesnevi-i Nuriye, ZEHRE'YE ZEYL; trc. BADILLI)
“Ve ilm-i mantıkta, İbn-i Sina’nın te’lifatından geçecek 'Ta’likat' namında hârika bir risalesi var. İşkal-i mantıkıyeyi kıyas-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblağ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş." (Barla Lahikası, 133. Mektup)
“Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu’ Ta’likat’tan süzülen i’cazlı bir îcaz-ı harikada, müdakkik ülemaları hayret ve tahsinle dikkate sevkeden, matbu’ 'Kızıl Îcaz' namındaki risale-i mantıkıye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek layık gördüm. Fakat çok derindir..." (Kastamonu Lahikası, 94. Mektup)
"4- Ta'likat: Mantıkta bînazir bir eserdir, nazariyat-i mantıkiyeyi tatbikata takrib eder." (Asar-ı Bediiyye, s. 693)
Son Şahitlerde ise; Molla Habib ve Tâlikat
Evet, Molla Habib Milis Albayı Bediüzzaman'ın ilk nur kâtibiydi.
İşârâtü'l-İ'caz tefsirinde ve Emirdağ mektuplarında sadece ismini okuyabildiğimiz böyle bir kahraman şehid, şefkat kahramanı bir annenin sevgili bir kuzusuydu muhakkak.
1970'li senelerde Nur araştırmasının sevdasıyla dolaşırken Balıkesir'in Biga ilçesinin Güvemalan köyüne uğrayarak Molla Süleyman ismindeki bir nur talebesiyle görüşmüştüm. Genç ve dinç gönüllü nur kâtibi Habib'in nereli olduğunu sorduğunda eliyle çok uzakları göstererek "tâ aksa-yı şark!" diyerek Nurların ilk kâtibi Molla Habib'in de Doğubayezitli olduğunu ifade etmişti.
Seneler çok çabuk geçiyordu. 1991 yazında Bayram Yüksel Ağabeyin aydınlık gayret ve himmetleri bir hayırlı ışığın daha meydanları aydınlatmasını sağlıyordu.
Bir asra yaklaşan zamandan beri sadece Tâlikat şeklinde ismini okuyup, duyduğumuz bu müstesna Nur Külliyesi parçalarından bir parça nihayet gün ışığına çıktı. Daha önceleri "Talikat yok Irak'ın bir şehrinde, yok Suriye'de, yok İran'ın bir köyünde bir nüshası var." derken, bir eksik nüshası Ankara'da Said Özdemir'in arşivinden çıkarken, bundan bir yıl sonra da Bayram Yüksel ve Mustafa Sungur Ağabeylerin himmetleriyle meydana çıktı. Bunlardan da Risale-i Nur Mütercimi İhsan Kasım Ağabeye intikal eden Tâlikat oradan da İsmail Yazıcı'nın sanatkâr ellerine geliyordu.
Şehit Habib'in kâtibliğini yaptığı "Tâlikat" ismindeki mantık kitabını lügatler şöyle anlatmaktadır:
"Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan notlar. Bediüzzaman Hazretlerinin ilm-i mantık üzerine telif ettiği eserinin ismi."
Nur Üstad Bediüzzaman'ın lahika mektuplarından mantık ilminin bir şaheseri olan Tâlikat'ın bahsi geçmektedir. Barla Lahikası'nda:
"Risale-i Nur'un tesvidinde çok hizmeti sebkat eden, temiz kalbli, ihlâslı güzel bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Halid'in" bir fıkrasında Tâlikat'tan bahis geçmektedir:
"İlm-i mantıkta, İbn-i Sina'nın telifatından geçecek Tâlikat namında harika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş..." (Barla Lahikası, 133. Mektup)
Muhtelif yıllarda Mehmed Feyzi Ağabeye Tâlikâtın Türkçe dersini kaleme alıp almadığını sorduğumda, "Hayır yazamadım, kaleme alamadım" diye cevap vermişti.
KIZIL İCAZ
Şimdi Bediüzzaman’ın mantık kitaplarından birisi olan Kızıl İcaz’ın tanıtımına geçelim. Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası’nda risalelerin mantıkla irtibatının kurulması gerektiğini bir hedef olarak gösterdiği yerde Kızıl İcaz’dan bahsetmektedir. Burada Üstad, Kızıl İcaz’ın mantıkta bir şaheser olduğunu, Ta’likat isimli eserinden süzülmüş i’cazlı bir icaz olarak seçkin alimleri hayret ve dikkate sevk ettiğini söyleyerek ve bu eserin Risale-i Nur'la irtibatının kurulmasının gerektiğini belirtmektedir:
"Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Ta’likat’tan süzülen i’câzlı bir îcâz-ı harikada müdakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate sevk eden matbu Kızıl İcaz namındaki risale-i mantıkiye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirtlerinin, âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bugünlerde, Feyzi’ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak." (Kastamonu Lahikası, 94. Mektup)
Kızıl İcaz, Abdurrahman Ahdarî’nin Süllemü’l-Münevrak isimli eserine bir haşiye olarak kaleme alınmıştır. Bu eser, mantık meselelerini ezberlemek için ve manzum olarak yazılmış olup, yüz kadar beyitten oluşmaktadır. Medreselerde okutulan mantık kitaplarından birisidir. Süllem, merdiven anlamına gelmektedir. Ahdarî, mantık ilminin semasına bu eserle çıkılacağı için Süllemü’l-Münevrak ismini verdiğini söylemektedir:
"Ona Süllemü’l-Münevrak ismini verdim.
Mantık ilminin semasına onunla çıkılır."(2)
Ahdarî, (Ebu Zeyd Abdurrahman b. Seyyidi Muhammed es-Sağir el-Ahdarî el-Bentiyusi), Cezayirli mantık, matematik ve astronomi Âlimidir. 918 (1512-13)’de doğduğu tahmin edilemektedir. Cezayir’in Biskire şehrinde vefat etmiştir. Kabri, şehrin güneybatısında bulunan Bentiyus’taki zaviyede olup, halen ziyaret edilmektedir. Ahdarî, çok farklı konularda yazmış olduğu manzum eserleri ile tanınmıştır. Süllem de bu eserlerden birisidir. Süllem, Ebherî’nin İsaguci isimli meşhur mantık kitabının manzum şeklidir. Süllem’in pek çok şerhi bulunmaktadır.(3)
Kızıl İcaz, bir Süllem haşiyesi olmakla birlikte, diğer haşiye ve şerhlerden farklı müstakil bir eser gibidir. Bediüzzaman, Süllem’i açıklamaktan ziyade kendisinin mantıkla ilgili görüşlerini ortaya koyarak, öğrencilerinin dikkatlerini artırmayı amaçlamıştır. Çünkü alet ilmi olarak diğer ilimlerin öğrenilmesinde bir araç olan mantık, zihin bıçağını keskinleştiren bir biley taşı gibidir. Bu taş ile zihin bıçaklarını keskinleştirmeyenler, kör bıçakla bir şeyler kesmeye çalışarak, beyhude yorulanlar gibidir. Gazali de mantık bilmeyenin sağlam bir ilmi yapıya sahip olamayacağını şu şekilde belirtmektedir: “Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez.”(4)
“Sathî nazar, muhali mümkün görür.” sözleriyle, yüzeysel ve aceleci incelemelerin insanı yanlış sonuçlara götüreceğini ifade eden Bediüzzaman, çare olarak da mantık öğrenmeyi tavsiye etmektedir. Kızıl İcaz’ın başındaki şu açıklamadan bunu anlamak mümkündür:
“Zihinlerin mülahazada dikkati ve nazarda im’anı alışkanlık haline getirmeleri için ala külli hal bu eseri yazdım. Madem yazıldı, en azından ‘bil ki!’ ile başlayan konuların mülahaza edilmesi için yayınlansın.” (5)
“Kale-dedi, kıle-denildi” şeklinde şerh ve haşiye türü eserler yazmaktan hoşlanmayan Bediüzzaman, Kızıl İcaz haşiyesini talebelerinin dikkatini artırmak için kaleme aldığını ifade etmektedir. Gerçekten de Üstad’ın şerh ve haşiye olarak yazılmış eserleri birkaç tanedir. Kızıl İcaz ve Gelenbevi’nin Burhan’ı üzerine yazılan bir haşiye olan Ta’ likat bunlardandır. Geriye kalan bütün eserleri, okuduğu kitaplardan öğrendiklerini özümseyerek ortaya konulmuş müstakil çalışmalardır.
Üstad, Kızıl İcaz’ı yazmasının gayesinin zihinleri dikkate teşvik etmek olduğunu, eserin sonunda da belirtmektedir. Buradaki açıklamalar, öğrenme meraklılarının kesinlikle kaçırmamaları gereken türdendir. İlmi bir gıdaya benzeten Üstad, aceleci zihnin, bilgileri hazmetmediğini, dolayısıyla bu bilgilerin çoğalmasının, genişletilmesinin ve faydalı olmasının mümkün olmadığını ifade etmektedir.
“Bil ki! Şüphesiz ilim bir gıdadır. Elbette ki hazmedilmesi gerekir. Rahvan ve aceleci zihin, hakikatlerin kaymağından yer. Yani hakikate varır, fakat onu almaz veya onu kazanır ve alır. Lakin hakikat onun zihninin elinde parçalanır. Çoğalmaz, genişlemez. Bilakis zihinden kaçak olarak çıkar. Sonra zihin, hakikatin parçalarını toparlar, onlardan hafızasında çoğalanların özelliklerini soyar. Hazmetmez ve büyütmez. Bilakis hakikatler kusmuk olur veya zihinde bozulur. Zihnin yüzeyselliği, elem veren bir hastalıktan daha şiddetlidir. Ey okuyucu! Zihinlerin dikkate teşvik edilmek için, bu risaleyi veciz yazarak, sizleri aciz bıraktım.”(6)
Başka bir yerde “Alim-i mürşid, koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun yavrusuna süt, kuş yavrusuna kay (kusmuk) verir” derken, ilmin hazmedilerek insanlara aktarılmasını koyunun otları süt haline getirmesine benzetmekte, hazmedilmemesini ise kuşun yavrusuna kusmuk vermesine benzetmektedir. Yukarıda ifade edildiği gibi, zihnin yüzeyselliği, en şiddetli hastalıktan daha ağır bir hastalıktır. Zihinleri bu hastalıktan kurtarmak için, Kızıl İcaz, kısa ve öz bir şekilde yazılmıştır.
Kızıl İcaz’ın bilinen bir tane şerhi vardır. O da Üstad’ın kardeşi Abdulmecid Nursi (Ünlükul) tarafından kaleme alınmıştır. Bu şerh, Üstad’ın vefatından sonra 1965 tarihinde Konya’da yazılmış ve 1995 yılında yayımlanmıştır.(7) Üstad’ı en iyi tanıyanlardan ve bir alim kimliğine sahip olan bir kimsenin yazdığı bu şerh, Kızıl İcaz’ı anlamamızı oldukça kolaylaştırmaktadır. Aksi halde Kızıl İcaz, sınırlı sayıda kimsenin faydalandığı bir eser olarak kalırdı.
Kızıl İcaz klasik mantık çerçevesinde kalan bir eser değildir. Klasik mantık kitaplarında “İnsan konuşan hayvandır” gibi önermelerle tümdengelim (dedüksiyon / talil)(8) metodu kullanılarak sınırlı sayıda örnek verilirken, Üstad, insan vücudundaki hücreleri örnek olarak vermektedir. Hücrelerden hareket ederek insanın ruh ve maddeden oluşan bütünü hakkında sonuçlara ulaşılmaktadır. Bu ise klasik mantıkta kullanılmayan tümevarım metodudur. Klasik mantık, tümdengelim metodunu tek akıl yürütme yolu olarak kullanmış, tümevarım ve temsili (örnekleme)(9) göz ardı etmiştir. Klasik mantığa yapılan temel eleştirilerden birisi de budur. Rönesanstan itibaren bir kısım batılı filozoflar, tümevarım (istikra, endüksiyon)(10) metodunu öne çıkarmış ve batıda yaşanan ilmi gelişmeler de bu metod değişikliğinden sonra olmuştur. İşte Bediüzzaman, klasik mantığın aksine, tümevarım ve temsil metoduyla bir kısım sonuçlara ulaşmakta böylece skolastik düşüncenin hatalarına düşmeyen bir yol ortaya koymaktadır. Aşağıdaki örnekte insanı, içerisinde Yasin Suresi'nin yazılı olduğu Yasin kelimesine benzeterek temsil metodunu kullanmaktadır:
“Bir şahıs ruhuyla birdir, cismiyle bir cemaattir. Canlı kısımlardan oluşan bir cemaattir. Öyle ki onun hücrelerinden her bir hücre, beş duyu kuvvetine sahiptir. Bu şahıs, içerisinde Yasin Suresi yazılmış olan Yasin kelimesi gibidir. Onun canlılık derecesi ve kuvvetleri cirminin küçüklüğüyle ters orantılı olarak artar. İstersen insanın duyularıyla bir hücrenin duyularını mikroskopla tartalım. Bin defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bu küçük canlı, parmağının başını görür, arkadaşı olan diğer hücrenin sesini duyar, diğer duyularını ve kuvvetlerini takip eder. Halbuki bir insan bu küçük canlının parmağını göremez ve sesini duyamaz. Maddi yapısının küçüklüğü nispetinde, canlılığı fazlalaşır, sınırlanır ve incelir.”(11)
Mantık öğrenmenin caiz olup olmadığı konusunda da Bediüzzaman’ın farklı bir görüşü vardır. Felsefenin bir kolu olması sebebiyle mantık, İslam âlimleri arasında tartışma konusu olmuş ve âlimlerin farklı görüşler ileri sürmelerine yol açmıştır. İbni Salah, Nevevi, İbni Teymiye gibi âlimler çeşitli gerekçelerle mantık öğrenmenin haram olduğuna fetva vermişlerdir.(12) Buna karşılık âlimlerin çoğunluğu ise mantık öğrenmenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir.(13) Bediüzzaman ise mantık öğrenmenin hükmünün kişilere göre farklı olduğuna hükmetmektedir:
"Mantık öğrenmenin hükmü kişilere göre farklılık arzeder: Mantık ilmini öğrenmek menduptur, çünkü mantık ilimleri tamamlayıcıdır. Yine mantık ilmini öğrenmek mekruhtur, çünkü akılları karıştırır. Yine mantık ilmini öğrenmek mübahtır, çünkü bir ilmi bilmek bilmemekten hayırlıdır. Yine mantık ilmini bilmek farz-ı kifayedir, çünkü mantık akaidi techiz eder. Yine mantık ilmini öğrenmek, gerekli ilmi altyapıya sahip olmayanlar için haramdır."(14)
Bediüzzaman, bir kısım mantık terimlerini de kendisine has bir üslupla ve diğer mantıkçılardan farklı şekilde tanımlamaktadır. Mesela, mantıkta iddiaları ispatlamaya yarayan delil olan hüccet, Bediüzzaman tarafından şu şekilde tanımlanmaktadır:
"Bil ki! Hüccet, olayların zürriyetlerini bilmek ve ilişkilerini ortaya çıkarmaktır ve kâinattaki ilişkiler silsilesinin merkezidir ve hakikat-ı uzmanın aslından semerelerine giden hayat mecralarının timsalidir."(15)
Bediüzzaman’ın mantık konularından birisi olan söz (lafız) ile ilgili açıklamaları da oldukça ilginçtir. Burada da Üstad, tümdengelim yerine tümevarım yolunu kullanmakta, hidrojenden, karbondan, ısıdan, nefesten ve sesten söze ulaşmaktadır.
“Nefesin alem-i gayba girmesiyle, kimyevi aşk sebebiyle müvellidü’l-humuzanın karbonla imtizacı sırrıyla tahlil edici hücreler devreye girer ve kirli kan temizlenir. İki unsur imtizaç ettiği zaman, o ikisinden olan iki cüz’ün tamamı da ittihad eder. O ikisi ittihad ettiği zaman tek bir hareketle hareket ederler. Bu durumda diğer hareket baki olarak boşlukta kalır. Hareketin ısıya ve ısının harekete dönüşmesi sırrıyla şu boşluktaki baki hareket, tabii ısıya inkılap eder. Yani hayvanın (canlının) hayat ateşine inkılap eder. O şeyin arasında nefes zahmetli bir şekilde alem-i gaybtan alem-i şehadete çıkar. Çünkü mahreçlerde nefes, ses ile keyfiyetlenerek birleşir ve ses makta’larda harflere tahavvül ederek farklılaşır. O şeyin arasında, onun hareketi için ses kesilir. Çünkü latif cisimler olarak nakışları acaip oldu, şekilleri garip oldu, garazların ve maksatların taşıyıcısı oldu, duyguları terennüm ederek uçurdu, akıllar arasındaki elçiler olarak Sani-i Hakim’in takdir ettiği yere kadar gönderdi."
"Söz, fikrin kaymağıdır, tasavvurun suretidir, teemmülün bekasıdır ve zihnin işaretidir. Hafifliği, birbiri ardınca gitmesi, meunetinin azlığı, zahmetsizliği ve kararsızlığı sebebiyle bu büyük nimet için söz tercih edildi. Bu nimetin kıymetini bilmemek, inkâr ve israf etmek ne büyük cehalet!"(16)
Kızıl İcaz’ın içerisinde özellikle “İ’lem-Bil ki” ile başlayan bölümlerin her birisi, üzerinde önemle durulması gereken konulardır. Gerek Kızıl İcaz’ı ve Ta’likatı inceleyenler gerekse Risale-i Nurları mantık gözlüğüyle okuyanlar, Üstad’ın mantıktaki müstesna yerini anlarlar. Ayrıca Üstad, Kızıl İcaz’da sembolik ve uygulamalı mantığı bir araya getirmiştir. Halbuki Kızıl İcaz’ın yazıldığı dönemde henüz sembolik ve uygulamalı mantık ortaya çıkmış değildi.
Sonuç olarak Kızıl İcaz, klasik ve modern mantığı bir arada sunan bir eserdir. Kızıl İcaz, Ta’likat ve diğer risaleler mantık yönüyle de incelenmesi gereken hazineler olarak karşımızda durmaktadır.
DİPNOTLAR:
1. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yayınevi, İstanbul 1996, c. 2, s. 1628.
2. Mahmud Nedim, Senedü’l-Muhkem fi Tercümetü’s-Süllem, İstanbul 1317, s. 10.
3. Naci Bolay, DİA, “Ahdarî” md., c. 1, s. 508.
4. Necip Taylan, Mantık Tarihçesi Problemleri, İstanbul 1996, s. 67.
5. Bedüüzzaman Said Nursi, Kızıl İcaz, İstanbul 1995, Sözler Yayınevi, s. 164.
6. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 236.
7. Abdulmecid Nursi, “Şerhu Kızıl İcaz”, Saykalü’l-İslam, tahkik: İhsan Kasım Salihi, Sözler Yayınevi, İstanbul 1995, s. 163-238.
8. Tümdengelim (dedüksiyon, talil): Zihnin bir veya birden fazla hükümden hareket ederek mecburi bir sonuca ulaşmasıdır. Tümdengelimde öncüller doğru ise sonuç da mutlaka doğru olur. Tümdengelimin en gelişmiş şekli kıyastır. Kıyas, öncül adı verilen birden fazla önerme ile sonuç adı verilen önerme arasında mantıkça geçerli bir ilişki kurmaktır. Mesela, “Bütün insanlar ölümlüdür” (1. öncül), “Ahmet de insandır” (2. öncül), O halde Ahmet de ölümlüdür. (sonuç)
9. Temsil (örnekleme, analoji): Zihnin olaylar ve eşyalar arasındaki benzerliklerden hareket ederek bir sonuca varmasıdır. Temsilde iki şey arasındaki benzerlikten yola çıkılarak, birincisi hakkında verilen hüküm, ikinci şey hakkında da verilmektedir. Temsilde, varılan sonucun doğruluğu kesin değildir. Ancak iki şey arasındaki benzerlikler ne kadar fazla ise sonucun doğruluğu da o kadar fazla olmaktadır. Mesela, “Güneş bir tane olduğu halde nuraniyeti vasıtasıyla her parlak şeyin yanında yer alır. Benzer şekilde melekler de nuraniyetleri vasıtasıyla aynı anda birden fazla yer bulunabilirler.” Burada melekler, nuranilik yönüyle güneşe benzetilmiş ve her ikisinin de birden fazla yerde bulunabilecekleri sonucuna varılmıştır.
10. Tümevarım (endüksiyon, istikra): Zihnin özelden genele, olaylardan kanunlara ulaşmasını sağlayan akıl yürütme yoludur. Tümevarımda ulaşılan sonuç kesin değildir. Mesela, gördüğümüz bütün kedilerin kuyruklu olduğuna bakarak, her kedi kuyrukludur, sonucuna ulaşırız. Halbuki, Man adasındaki kediler kuyruksuzdur. Yine havadaki her cismin yere düşmesinden hareketle yer çekiminin varlığı sonucuna ulaşırız. Halbuki geçmişte bir zamanda ya da gelecekte bir dönemde yer çekimin olmaması mümkündür. Bu sebeple tümevarımda varılan sonuçlar kesin değildir. Yine Arşimed suyun üzerinde yüzen cisimlerden yola çıkarak yer çekimi kanunu bulmuştur. Bu kanun sınırlı sayıda örnekten hareketle ortaya atılmış olduğundan, geçmişte veya gelecekte suyun kaldırma kuvvetinin olmaması muhtemeldir. Dolayısıyla bu tümevarımdan çıkan sonuç kıyasın aksine kesin değildir.
11. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 170.
12. Nevevi gibi alimler aşağıdaki sebeplerle Aristo mantığı ile uğraşmayı haram saymışlardır: İlk önce mantıkla meşgul olmak tevhid ilmiyle öncelikli olarak uğraşmayı engeller. İkinci olarak geceleyin odun toplayan gibi mantıkla meşgul olan kimse de fasit şeylere kayar. Üçüncü olarak mantık sahih ve batıl şeylerin karışımından ibaret bir batıldır ve batılla meşgul olmak haramdır. Dördüncü olarak mantık, fikri ve zihni doğruyu bulmaktan alıkoyar. Abdulmecid Nursi, s. 179.
13. Mantıkla meşgul olmanın caiz olduğu görüşünde olanlara göre, ilim öğrenmeyi istemek tabiidir, kasıtla ilim talep edilmez, kendiliğinden talep edilir. Fıtrat ilme musahhardır, yani ilimden kaçamaz. Tıpkı camid maddelerin fıtratı gibi. Mesela ateş zaruri olarak yakıcıdır. İnsan da fıtratı itibariyle zaruri olarak öğrenmeye meyillidir. Ayrıca mantık vacibin yani tevhid ilminin mukaddimesidir ve küfrün reddidir. Yine mantık şerrin delilidir. Yani şerri bilmeye yarar. Çünkü mantıkla meşgul olmayan kimse doğruyu ve yanlışı ayırt edemez. Batılı tanımak ve ondan korunmak için bu ilimle meşgul olmak gerekir. Çünkü bilmeyen korunamaz. Tıpkı şu şiirde denildiği gibi: Şerri öğrendim lakin şer için değil şerden korunmak için, Hayrı şerden ayırt edemeyen kimse şerre kapıldığı için. Abdulmecid Nursi, s. 179.
14. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 180.
15. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 186.
16. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 188.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
hâli hazırda basılı olan Talikat ve Kızıl İcaz kitaplarının ön sözünde Badıllı ağabey merhum, bunun türkçeye çevrilmesinin çok zor olduğunu, mantık ilminin İslami ilimlerde çok yüksek mertebelerde olduğunu vs. yazıyor. yani türkçeye çevrilse bile anlaşılması çok zor. onun için kimse cesaret edememiş.
https://books.google.az/books?id=DK50DwAAQBAJ&pg=PA241&lpg=PA241&dq=Talikat+Usul&source=bl&ots=CTKue3OsIp&sig=ACfU3U296zy1FR1qf2cKInzHHoyZ7-qhSw&hl=az&sa=X&ved=2ahUKEwjIou-T4uDiAhXNJpoKHWbbCDAQ6AEwAnoECAkQAQ#v=onepage&q=Talikat%20Usul&f=false
Kızıl İcaz eserinin bir kısmı Üstad'ın kardeşi Abdülmecid Efendi tarafından tercüme edilmiş ve Merhum Abdulkadir Badıllı Ağabey'in tercüme ettiği Mesnevi-i Nuriye'nin âhirine iltihak edilmiştir.. Orada cüz'i de olsa bir kısmı bulunabilir.. Onun için paylaşmak istedim:
KIZIL ÎCAZ
Müellifi: Bediüzzaman Said-i Nursî
Tercüme eden: Molla Abdülmecid-i Nursî
Naşirin bir i’tizarı
Merhum Molla Abdülmecid Efendi’nin Kızıl Îcaz Kitabı içerisinden umuma faydalı olacak çok mühim yerleri alarak tercüme ettiği şu risalecik, benim gözüme çok kıymettar görünüyordu. Müstakillen neşrini düşünüyordum. Fakat küçüktür, azdır, hem kitabın tamamı değil. Hayli zamandır yanımda bekliyordu. Mesnevî’nin tercüme ve tashihini bitirdiğim bu günlerde hatırıma geldi ki; acaba Mesnevî’nin en âhirine bir nevi zeyl gibi ilhak ederek neşretsem bir be’si var mı ki? diye düşündüm. Getirip dikkatle bir mütalaa ettim. Mesnevî ile münasebetini düşündüm. Mesnevî’nin bazı mevzularıyla aşağı yukarı aynı mealdedir gördüm.
Merhum Üstadımızın da Kastamonu Lahikası’nda Mehmed Feyzi Ağabey’e onu ders verdiğini ve Feyzi’nin bir zaman o dersini Türkçe olarak kaleme alacağını veya almasını arzu ettiğini düşündüm. Şu halde madem Abdülmecid Efendi Ağabeyimiz, Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra emek verip onu tercüme etmiş.. ve madem çok müştak talebeler, Kızıl Îcaz’ın mahiyetini bilmeyi çok merak etmektedirler. Öyle ise onu Mesnevî’nin âhirinde neşretmekte her halde bir beis olmaz inşâallah dedim. Belki de bununla merhum Molla Abdülmecid’in ruhu şâd olur.
Latif bir tevafuk: “Arabî Kızıl Îcaz’dan bazı parçalar” adlı bu risaleyi buraya dercettikten hayli zaman sonra, merhum Molla Abdülmecid Efendi’nin “Fuadiye” ismindeki eseri elime geçti. Bu kitabı çok duyardım, fakat muhtevasından malûmatım yoktu. Açtım, okumaya başladım. Baş taraflarında şu ibareyi gördüm:
“Şu risale, Nurlar’dan doğma olduğu gibi, onlara da lâhika olması lâzımdır. Zaten büyük Üstad’ın bu hususta bir va’dleri de sebkat etmiştir. Mesnevî’nin üçüncü cüz’üyle Üstad’a gönderdim. Münasib görüldüğü takdirde, Mesnevî’ye bir lâhika suretiyle kabul ve beraberce teksirini lütuf buyurulmasını, Nurlar’a pek müştak olan “Fuad” namına istirham eylerim.”
“Fuadiye” risalesinin muhtevası âlem-i berzah, âlem-i ervah ve âlem-i âhiretin bazı ahval ve delâilinden bahistir. Emirdağ-I’de Üstad bu risalenin bir nebze mahiyetinden bahseder. Ve bazı yerleri için, Nurların mesleğine uymadığını yazar. Anlaşılan Molla Abdülmecid Efendi’nin o arzusu, risalenin içindeki bazı noktalarından dolayı Mesnevî’ye bir lâhika olması cây-i kabul görülmemiştir. Fakat bir tevafuk eseri olarak bu fakir, Molla Abdülmecid’in öyle bir arzu ve temennisinden haberim yokken; bu “Kızıl Îcaz” risalesinin sonunda bulunan bazı şiirlerle beraber -ki değişik bazı tabirlerle, genç yaşında vefat eden oğlu Fuad’a da hitaben yazmıştır- Mesnevî’ye bir lâhika olmasıyla, Molla Abdülmecid Efendi’nin o istirhamının bu şekilde kabul olduğunu temenni ediyorum. İnşâallah.
Abdülkadir Badıllı
Yalnız bir tashih niyetiyle onu Arabî aslıyla tekrar bir karşılaştırmayı münasib gördüm. Karşılaştırırken aslına göre ufak tefek bazı ta’dilatlar yapıldı. Bundan mütercim-i muhterem Seyda-yı Molla Abdülmecid’in âlî, mutahhar ruhu -eğer kabul buyururlarsa- şu nâçiz talebesinden rencide olmaz ümidini besliyorum.
Abdülkadir Badıllı
Demek letafet, incelik, küçükte yaptığı te’sir ve faaliyeti; kesafet, katılık büyükte yapamaz. Evet iğnenin yaptığı işi balta yapamaz.
3- Kâinat fabrikasında yapılan ameliyatta hâkim ve birinci mahluk, ruh ve hayattır. Binaenaleyh, bir ruh bin maddî şeyleri istihdam ettiği gibi; başka bir ruh da en küçük bir maddeyi istihdam ile, yalnız onunla alâkadar olması caizdir. İnsan ile mikrop gibi…
4- Maddenin hakaret ve küçüklüğü, ruhun küçüklüğünü istilzam etmez. Meselâ nasılki; toprak içerisinde küçük ve kıymetsiz bir hurma çekirdeği hakir bir şey iken, hava âleminde kıymettar, büyük bir hurma ağacı olur. Öyle de bu âlemde küçük, hayattar bir şey, ruhun ona dayanması hasebiyle, âlem-i ma’na ve misalde yüksek, âlî bir tarzda sünbüllenip başak verebilir.
İHTAR: Şu i’lemin, bu makam ile münasebeti zaif ise de, Kızıl Îcaz’a misafireten girmiş müstakil bir mes’ele telakkisiyle nazardan geçirilse faydadan hâlî olmaz.
***
اِعْلَمْو اِنَّ مَحَاسِنَ الْخِلْقَةِصصصالخ
(1) Bu İ’lemi, bizdeki matbu’ Kızıl Îcaz’ın içinde bulamadım. Dolayısıyla karşılaştıramadam. İhtimal, Molla Abdülmecid’in kendi nüsha-i hattiyesinde var olup, matbuuna geçmemiştir. (A.B.)
Hazret-i Üstad, pek kısa ve muhtasar olan şu i’lem ile maddî ve manevî insanların saadetlerini, intizamlarını, asayişlerini, yaşayışlarını taht-ı te’mine alan bir yol göstermiştir.
1- Hilkat ve yaradılışın fıtrî güzelliklerinden insanlar arasında husule getirilen güzel işleri; ve bir cemaatin çalışmasıyla meydana gelen iyilikleri, hissedar olanlara taksim edilmelidir. Yoksa bir cemaatin himmetiyle meydana gelen kahramanlıkları, şerefleri, umumî faziletleri bir şahsa izafe ile bir şahsa mal etmek, bir nev’i, bir ferde feda etmek lâzım gelir. Bu ise ihtilaf ve isyanlara sebebiyet verir.
2- Taksim-ül meşaribdir ki, kabiliyet ve istidada göre işlerin taksimi lâzımdır. Kömürcü fırıncının işini bilmez. Karınca devenin yükünü kaldıramaz. Müezzin müftünün işini göremez. Yoksa taksimat yapılmazsa kaziye terakkiyata değil, tedenniyata müncer olur.
3- Taksim-ül a’maldir ki; adamlara iş seçilsin değil, bilakis işlere adamlar intihab edilsin. Maalesef bu taksimlere riayet edilmediğinden seleflerden daha çok ektiğimiz halde, onlardan pek az bir derecede mahsulât alıyor, fayda görüyoruz.
***
اِعْلَمْو اِنَّ مَا اَدَقَّ حِكْمَةَ اللّٰهِ فِي اللَّفْظِصصص الخ
Bu i’lem, türkçeye tercümesi faydalı olduğundan tercüme ettim.
Hazret-i Üstad, ‘lafz’ın ne kadar derin, ne kadar yüksek bir hikmete ve ne garib, acib bir nakşa, bir keyfiyete malik olduğu ve ne kadar dehşet, hayret verici ince ve büyük vazifelerle muvazzaf bulunduğunu beyan hususunda şöyle emretmiştir ki:
İnsanın cins ve faslı olan hayvaniyet ve natıkiyetin me’hazleri olan hayat ile nutkunu birbiriyle rabtedip muhafaza eden çift başlı olan nefestir. Yani insanın nefesi iki vazife ile muvazzaf bulunduğundan iki başı vardır. O vazifeleri gördüğü hengâmda, iki kıbleye teveccüh eder ve iki semereye sahibdir. İki vazifeden birisi: Alt başıyla hayatın hararetini te’min ve suyunu tasfiye eder. Üst başıyla da nutku tevlid edip yolunu, harekelerini tanzim ederken, şu aşağıdaki işleri de görüyor:
1- Nefes, bir nevi âlem-i gayb olan dâhile girmesiyle; yıkılmış ve inhilale uğramış hüceyrelerin enkazıyla bulaşan kanı tasfiye eder.
2- Aralarındaki aşk-ı kimyevî sebebiyle; havadaki müvellid-ül humuza ile karbon unsurunun imtizacî ve izdivacî bir şekilde birleşmeleri hasıl olur.
3- Bu iki unsur birbirini sımsıkı kucakladıkça, cüz’leri ikişer ikişer ittihad etmeye başlarlar.
4- Cüz’ler ittihad ettikleri zaman, evvelce her cüz’ünün müstakil bir hareketi olduğu halde, çift çift olarak harekete başladıkları zaman, her iki cüz tek bir hareket ile harekete geçerler. Öteki cüz’ün evvelki ayrı hareketi muallakta, boşta kalır. “Hareketten hararet, hararetten de hareket doğar” olan kaidenin sırrıyla şu muallakta kalmış olan cüz’ün hareketi, hararet-i gariziyeye inkılab eder. Böylece hararet-i gariziye dedikleri bedendeki nar-ı hayat, husule gelmiş olur.
Nefesin öteki başı, âlem-i gaybdan şehadete çıkarken; bir savt, bir gürültü ile boyalanır. Mahreçlerin keyfiyetine göre savt olarak çıkar. O savt ise, makta’lara yayılarak harflere tahavvül ederler. O harfler ise, savt şeklinde iken ve henüz hareketleri yokken, birdenbire çok latif cisimler halinde pek acib nakışlar, garib şekiller ile, pek mühim emirleri, nehiyleri, maksadları hamilen kuşlar gibi yuvalarından terennümsâz olup çıkar uçarlar. Sani-i Hakîmlerinin takdir etmiş olduğu tarzda akıllar ve ruhlar arasında sefir ve elçilik vazifesini yapmak üzere giderler.
Hülasa: Lafız, fikrin kaymağı, tasavvurun sureti, teemmülün bekası, zihnin remzidir.
İşte lafzın hıffeti, taakubîliği, sıkletsizliği, müzahametsizliği ve kararsızlığı sebebiyle; Ve mezkûr nimetleri hamil olduğu için çok nimetlere tercih edilmiştir. İşte şu nimetin kıymetini bilmeyip, onu yalanda kullanmak veyahut israf etmek, ne kadar büyük bir cehalet olduğunu anla.
***
اِعْلَمْو اِنَّ اللِّسَانَ كَاْلاِنْسَانِ عَاشَ اَدْوَارًاصصص الخ
Hazret-i Üstad şu i’lemde şöyle emretmiştir ki: Lisan, insan gibi çok devirleri yaşayarak, çok tavır ve inkılabları geçirerek, çok asırlar terakki ederek türlü türlü şekilleri, intizamsızlıkları, perişaniyetleri gördükten sonra, hal-i hazırdaki şekle girmiştir. Eğer şimdi el’an zamanın seylinde çalkalanıp giden lisanın bakiye kalan yıkıntıları, harabe ve enkazlarına bakıp (el’an) kelimesinin karnında birikeni düşünebilsen, lisanın tarih-i hayatını ve neşv ü nemasının keyfiyetini görebileceksin.
Şöyle ki: Lisan, ilk saha-i vücuda çıktığı devirde, savtlar içerisinde görünmez, işitilmez bir takım oturtulmamış zaif harflerin tohumuna benzeyen ve ekserisi tam fıtratı taklid ve temsile delâlet eden
bir vaziyette idi. Sonra manaların biraz toplanmasıyla heca vaziyetine terakki etti. Sonra fikirler, garazlar çoğalarak terkib başladı. (Lisanın o zamanlardaki örnekleri, şimdi de şark memleketlerinde vardır.) Sonra maksadların kısımlarına göre tasrifî bir surete girdi. Sonra ince ince hissiyat, latif latif nükteler ona devredilmesiyle nahvî bir şekil aldı ki, lisanın bu son vaziyetine en üstün hâkim Arab lisanıdır, ki; muhtasarı ihtisar eden hem mûcez, hem mutlak, hem kısa, hem uzun bir lisandır. Sonra bu lisan dahi daimî şekilde mecazı hakikata kalbettiği için iştiraki tevlid etmiştir. Sonra aralarındaki münasebeti unuttuğu ve sıfatın cümuda inkılab etmesi hikmetiyle teradüfleri doğurmuştur. Ve daha buna göre kıyas et!
Demek elfaz ve manalar arasındaki tenasüb, kelimeler arasında vukua gelen iştikak ve tenasülün neticesidir.
***
اِعْلَمْو اِنَّ ابْنَ آدَمَ وَ بِنْتَ حَوَّاءَ لَمُحْتَاجٌصصص الخ
Âdem oğlu ve Havva kızı olan insanın
(1) Şu baştaki iki nevi ilmin tarifine dair kısmı, i’lemin son kısmı olup “Elhasıl” diye mes’eleyi hülasa ediyor. Fakat merhum mütercim-i muhterem, onu en başa alıp öylece tanzim etmiş, ben de ilişemedim. (Nâşir)
biri fiilî, diğeri infialî olmak üzere iki çeşit ilmi vardır. Fiilî olanı, fikrinden harice in’ikas eder ki, buna inşa denir. İnfialî ise, hariçten fikrine intikal eder, buna haber denir. Birinci kısımda menşe’ fikirdir. İkinci kısımda menşe’ hariçtir. İnsan şu inşa ve haber denilen ilimler ile kâinata olan ihtiyaçlarını tatmin eder.
Şöyle ki; heveslerini, isteklerini tatmin için temenniyatta bulunur. Hırsını teskin için ricalarda bulunur. Meyl-ül istikmalini terbiye etmek, beslemek için istifham eder. Hakka bağlılığını izhar için kasem eder. Yardımlaşmaya meyl-i ihtiyacından dolayı nida eder. Güzelliklere olan meylini nümalandırmak için emreder. Kötülükten nefretini yerleştirmek için nehyeder. Onda hissiyatın mecali tevessü’ etmesiyle, çoğalan hacetlerin cetvellerini sed etmek için, akd alış verişini yapar. İşte bu gibi
şeyler inşa ilminden doğarlar. Ruhun zaman ve mekânlarda cevelan edip esrar-ı kâinatta nüfuz etmesine olan meylinin hatırı için, tarihvarî elde edilen malûmatlarla haberleşir. İşte bu da infialî ilimden hasıl olur.
***
اِعْلَمْو اِنَّهُ يَتَفَرَّعَ مِنَ الْاَمْرِ كَالنَّهْيِ اَلتَّهْدِيدُصصص الخ
Hazret-i Üstad, bu i’lemde emrin de nehy gibi ondan teferru’ ve teşaub eden çeşitli kısımlarını, manalarını ondokuza kadar iblağ ederek zikretmiştir. Zikretmediği kısımlar da vardır.
Şöyle ki: Tehdid, taciz, tashir, tavsiye, temenni, temniye (yani öldürmek), te’dib, irşad, imtinan, ikram, imtihan, ihtikar, vücub, hürmet, nedb, kerahet, ibaha, tahyir, icad ve keza ta’cib ve başkası ve emsali gibi makamların itibarına göre emir ve nehiy lafzının teşerrüb ettiği havaî manalar vardır.
***
اِعْلَمْو اِنَّ فِي جُمْلَةِ الْعَالَمِ تَرْكِيبًاصصص الخ
Hazret-i Üstad (R.A.) şu i’lemde şöyle emrediyor: Âlemin hey’et-i umumiyesinde husule gelen eserler, semereler, tahavvüllere ve inkılablara medar ve masdar olmak üzere; âlemin içine almış olduğu eczanın ihtilat, irtibat, bağlantılar sebebiyle birbirinin içerisine girmiş silsile şeklinde sonsuz bir terkib vardır ki; âsârın masdarı da budur. Kezalik kâinatın umumunda hükümlere medar olmak üzere, her tarafına dal budak salmış bir kanun, bir nizam da vardır.
Evet kâinatta hiçbir küll yoktur ki, terkibin semeratından bir semereyi telmih etmesin. Ve hiç bir külliyet yoktur ki, nizam-ı umumînin bir kanununu telvih etmesin.
اِعْلَمْو اِنَّ الْقَضِيَّةَ الْكُلِّيَّةَ فَذْلَكَةُ قَضَايَا ضِمْنِيَّةٍصصص الخ
Hazret-i Üstad (R.A.) şu i’lemde şöyle emretmiştir ki; her küllî kaziye, mevzuunun efradı ve teşrihatı adedince kazayayı tazammun eden bir fezlekedir. Ve iki kaziyeden teşekkül eden şekl-i evvelin müntic olabilmesi için (Üstadın arabî asılda zikrettiği gibi) yedi kayıtlarda da her iki kaziyenin muhtevi olması lâzımdır. Meselâ suğra denilen birinci kaziyede nazara alınan ayn-ı kayıd, kübra denilen ikinci kaziyede de alınmalıdır. Aksi takdirde müntic olamaz.
اِعْلَمْو اِنَّ فِي بُحْبُوحَةِ فِطْرَةِ اْلاِنْسَانِصصص الخ
Hazret-i Üstad, şu i’lemde şöyle emretmiştir ki; insanın fıtratının merkezinde beş dallı ve dilli bir ihtiyaç şeceresi vardır ki; beş sual ile, şu boşluğu dolduran hâdiselere karşı mukabelede bulunmaktadır. Ve onlarda cereyan eden vukuatlara seslenmekte ve kâinata nida etmektedir. O suallerin en mümtazı
خهزح لةفزحخط تهşخ يüضüۛüحف ذ لşك زطتو صفخحخ حزصمخك زهخهزفلممتقتك زشزحتثخض سزش فıح مَا
مَا
ile sual ediyor.
İkincisi de: Mebadi-i tasdikiyeyi ilim içinde tedvin eden şu hükümler ne içindir? diye
لِمَه
ile soruyor. O zaman hikmet, kâinat lisanıyla ve hikmetin mukaddimesi olan mantık ile, birinci suali tariflerle, ikinci suali de delil ve bürhanlarla cevablandırır.
***
اِعْلَمْو لَمَّا اِقْتَضَتِ الْعِنَايَةُ اْلاِلٰهِيَّةُ تَرَقِّيَ الْبَشَرِ وَ اِسْتِكْمَالَهُصصص الخ
Hazret-i Üstad, bu i’lemde şöyle emrediyor: Yani vakta ki, inayet-i İlahiye, insanın terakkisini ve mücahede ile istikmalini ve hadd-i kemale
erişmesini iktiza etti. Şübhesiz ki; insanın seciye ve seviyesine vaz’-i yed etmemiş, (El koymamış) meyil ve arzularını da kayıd altına almamış, ahlâkına sed çekmemiştir. Belki istediği tarafa gitmesi için serbest bırakmıştır. Bunun içindir ki; beşere yakınlık uzaklıkça sıhhat ve fesadça mütefavit pek çok yollar açılmıştır. Buna binaen, seciyeleri güzel, ukul-ü selime sahibleri hakka doğru yürüdükleri zaman, mesleklerini aşağı tabakalara da ta’mim etmek için, bâtıl ve dalalete düşmemek için, şartlar adıyla bazı alâmat-ı ihtiraz koymuşlardır.
İşte buna binaendir ki; mantık, kuvve-i fikriye ve akliyeyi doğru yollara sevketmek için bazı şartlar vaz’ etmiştir ki, o şartların vücudu ile sıhhate, fukdanı ile de fesada delâlet eder.
***
اِعْلَمْو اِنَّ فِي الْعَالَمِ اِخْتِلَافًا وَ تَغَيُّرًاصصص الخ
Hazret-i Üstad şu i’lemde şöyle emretmiştir: Âlemde göze çarpan semeredar büyük üç esas vardır:
1- Âlemdeki ihtilaftır ki, bu ihtilaf ise; hakaik-ı hakikiyeden çok hem pek çok ziyade hakaik-ı nisbiyeyi izhar etmektedir. Yani bu ihtilaftan; hakaik-ı nisbiyeden olan küçüklük, büyüklük, güzellik, çirkinlik, âlimlik, câhillik gibi hakaik-ı nisbiye doğar. Ve bu hakaikten hırs ve rekabet hisleri meydana gelir. Hırs ve rekabet hisleri de, maddî ve manevî beşer terakkiyatına menşe’dir. Ve daha bunlara benzer ihtilafın çok büyük, azîm vak’alara sahib olmasındandır ki; ona olan riayet, bazı cüz’î ve dağınık şerlerin vücuduna fetva vermiş. Çünkü o az olan kubh olmasaydı, pek çok mehasinin güzellikleri zuhur etmeyecekti.
2- Tagayyürdür ki, o hakaik-ı nisbiyeyi daha da çoğaltmıştır.
3- Nizamdır ki, hakaik-ı nisbiyeyi silsilelendirmiş ve kanunlaştırmıştır. Ve o nisbetlerin timsalleri ise, kâinatta cereyan eden kaziyelerdir. Bu ise kader-i İlahînin tefasili olan kazasının parçalarıdır.
ثُمَّ اعْلَمْ اَيْضًاصصص الخ
Hazret-i Üstad (R.A.) bu i’lemde şöyle emrediyor: ‘İnsanın fikrinin gayesi ve son mertebesi, nefs-i natıkanın kâinata manevî bir harita olmasından ibarettir. Bu ise, kâinatın hakikatları nefs-i natıkada irtisam etmek ve pek çok hakaik-ı nisbiyeyi bir mukayese ile bilmekle hasıl olur. Bu hakikatlar ise kaziyelerdir. Bu kaziyeler de, delillerden hasıl olan neticelerdir. Onlar da, delillerle eczası teşekkül eder. O ecza da, mevzu ve mahmullerden ibarettir. Mevzu ve mahmullerden maksad da tasavvurlarıdır. Tasavvurları ise, tarifler ile hasıl olur. Tarifleri de eczasından hasıl olur. Eczaları ise külliyat-ı hamsedir.
Hülasa: Külliyat-ı hamse tariflere mebadidir, tarifler de kaziyelere mebadidir, kaziyeler de delillere mebadidir, deliller de meçhul hakikatlara mebadidir.
***
مُقَدِّمَةٌ فِي الْمُحَرَّفَاةِ
اِعْلَمْو اِنَّ اَرْجُحِيَّةَ اْلاِفَادَةِ وَاْلاِعْلَامِصصص الخ
Mukaddimenin tercümesi: (Sevk-i fıtrîden ve iktiza-i tabiîden infilak eden kaziyeler.)
Hazret-i Üstad (R.A.), bu i’lemde şu emri vermiştir: “Bir sözü söyleyen veya bir yazıyı yazan insanlarda meyl-ül erciha vardır. Yani herkes daha güzel lafızları, üslûbları bulup söylemek, yazmak arzusundadır. Bu arzuları tatmin etmek için manalara giydirdikleri elfaz ve üslûbların; manaların kametlerine, boylarına sevk-i fıtrîye uygun olup olmadığına bakmazlar. Elden geldiği kadar daha güzellerini, zariflerini arayıp bulmak için, -bilhassa nazımlarda, şiirlerde- bütün bütün mes’eleleri sevk-i fıtrî kanunlarından çıkarıyorlar.
Evet pek çok şartiyeler var ki, hameliye libasıyla arz-ı endam eder. Hameliye de şartiye libasını giyer, görünür. Hem muttasıla, munfasıla makamını işgal eder. Bazan da külliye, cüz’iyenin altında gizleniyor. Mûcibe dahi selbiye peçesiyle peçelenir ve hakeza; bir kıyas, bir kaziyede görünür. Kaziye de bazan bir sıfatta, bir kayıdda, belki bir harfte saklanıyor. Hattâ belki çok havaî tayyar manalar, kelâm ağacının bir dalına konar. Ve keza bazan bir kelime, o havaî manalardan bir çoğunu içine çekmektedir.
Evet her bir ilmin bahsettiği mes’eleler, bir zat ile bir sıfattan ibarettir. Yani bir mevzua, bir sıfatı, subutî bir haml ile isbat etmektir. Fakat mahmul olacak sıfat, sâbite ve lâzıme olması lâzımdır. Yani o sıfatın vâcib-üs sübut olması icab eder. Buna binaen; her bir ilmin mes’eleleri hamliye, mûcibe, külliye olmakla; hariçte zarurî, zihinde nazarî olan mes’elelerdir.
Binaenaleyh, bir ilmin mes’eleleri içerisinde görünen şartiye, sâlibe, mümkine, cüz’iye, bedihiye gibi kaziyeler, ya mebadi-i tasavvuriyeden veya mebadi-i tatbikiyeden veya istitradî, tebaî zikredilen tamamlayıcı kaziyelerdir. Veya bir mes’elenin delili, mukaddimelerinden olup, o delilin yerine ikame edilmiştir. Feteemmel…
[Mesnevî-i Nurîye(Badıllı Tercümesi)/710]
İstifade etmemiz dileğiyle.. Selam ve dua ile..
https://books.google.az/books?id=DK50DwAAQBAJ&pg=PA241&lpg=PA241&dq=Talikat+Usul&source=bl&ots=CTKue3OsIp&sig=ACfU3U296zy1FR1qf2cKInzHHoyZ7-qhSw&hl=az&sa=X&ved=2ahUKEwjIou-T4uDiAhXNJpoKHWbbCDAQ6AEwAnoECAkQAQ#v=onepage&q=Talikat%20Usul&f=false