"Küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Hakikat-i Muhammediye, Peygamber Efendimiz (asm)'in nübüvvet ve risalet yönünü temsil ediyor. Yani Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın insaniyet âleminin bir vekili ve elçisidir. Allah’tan gelen hakikatleri insanlığa tebliğ ve ilan eden şanlı bir nebidir.
Hakikat-i Muhammediye’nin (asm) diğer bir manası da bütün âlemlerin, kâinatın, cennetin, arşın, kürsinin, cinlerin, meleklerin, feleklerin ve insanların onun hatırı için yaratılması ve ebedî saadetin onun duası ve ibadetinin bir neticesi olmasıdır. “Habibim sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.”(1) hadis-i kudsîsi de bu hakikati ifade etmektedir.
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir."
"Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur."(2)
Ağaç bir çekirdekten çıktığı gibi, kâinat ağacının ilk çekirdeği de Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'in nurudur. Bu ağacın en mükemmel ve en son meyvesi de onun ibadet ve kulluğudur. Bu noktadan Peygamber Efendimiz (asm)'in nuru kâinat ağacına bir çekirdek vazifesini görmüştür denebilir.
Şu kâinat ağacı ibadet meyvesini vermek için dikilmiştir ki, bu ibadet manası ve meyvesi en kâmil olarak Hazret-i Peygamber Efendimiz (asm)'de tezahür edip kendini göstermiştir. Tabirde hata olmasın, nasıl ki, bir çiftçi, ağacı meyvesi için dikiyorsa, Allah da bu kâinat ağacını Hazret-i Muhammed (asm) meyvesi için dikmiştir, denilebilir. "Habibim sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım." kudsî hadisi de bu manaya işaret eden mükemmel bir levha hükmündedir.
Hal böyle olunca, onun varlığı ve kulluğu kâinatın varlığının sigortası ve illeti olmuş oluyor. Hayata hayat olması bu incelikleri ifade ediyor. Hayat nasıl insan varlığının esası ve temeli ise, Hazret-i Peygamber (asm) de bütün mahlûkatın esası ve yaratılış sebebidir.
Onun nuru İslam ve hidayettir. İnsanlık ancak İslam ve hidayet ile hakka ulaşabilir. Bir insan, kalbine ve kafasına İslam ve hidayet nurunu koymaz ise, her şey ona karanlıktır, manasızdır, abestir. Habib-i Kibriya Efendimiz ve getirdiği din öyle bir nurdur ki, âlemdeki her noktayı tastamam ışıklandırıyor. İnsanlık her şeyin hakikatini, mahiyetini ve manasını onun ile talim ediyor demektir.
Hadis-i Şerifte, “Allah’ın yarattığı ilk mahlûk benim nurumdur” buyuruluyor. Bu nurun mahiyetini bilemiyoruz. Ancak, Üstad hazretleri Nur-u Muhammedînin şu kâinat kitabının mürekkebi olduğunu beyan ediyor. Buna göre, bütün varlık âlemi o nurdan yaratılmıştır. Güneş de o mürekkepten yazılmış, yıldızlar da; melekler de o mürekkepten yazılmış, cinler de, insanlar da, hayvanlar da. Keza, Arş da o mürekkepten yazılmış, Kürsî de, Levh-i Mahfuz da.
Bütün bu sayılanlar Allah’ın isimlerinin farklı aynaları olduğuna göre, nur-u Muhammedî’de bütün esmâ tecellilerinin bulunması gerekiyor. Yâni bütün bu yazılanlar, o nurda mevcut olan bir tecellinin başka aynalara da aksetmesi gibidir.
Yine Üstadımız buyururlar ki, “ Binler muhtelif âlemleri içine alan kâinatın asli çekirdeği ve menşei kuru bir madde olamaz.”
Meleklerden insanlara kadar bütün varlıkların hayatları o nurdan yazıldığına göre, o nurun da hayattar olması gerekiyor.
O nurun kendine has bir şahsiyeti ve o şahsiyete mahsus manevî bir sureti de olacaktır. O halde, Cebrail’i Azrail’den ayıran farklı bir suret olduğu gibi, bir dağı bir denizden ayıran yine ayrı bir suret de vardır. İşte bütün bu suretler âlemi, Nur-u Muhammedî’de tecelli eden Musavvir isminin farklı yansımaları gibidir. Misalleri çoğaltabiliriz.
Risalelerde kâinat bir ağaca, elementler onun dallarına, bitkiler âlemi yapraklarına, hayvanlar onun çiçeklerine, insanlar ise meyvelerine benzetilir.
Bir ağacın bütün programı çekirdeğinde genetik şifreler halinde yazılıyor. Üstad hazretleri bu manayı “manevî kader kalemiyle yazılıyor” şeklinde ifade ediyor. Bu manevî kalemle genler farklı şekillerde diziliyorlar, bu farklılıklar da o varlıktaki değişik hususiyetler olarak ortaya çıkıyor.
Şu nokta çok mühimdir: Ağacın gövdesinin çekirdekteki yazılışı gövde şeklinde değildir, dallarının yazılışı da dal şeklinde değildir. Keza, insanın genetik şifresinde yer alan kemikler sert olmadığı gibi, o şifredeki kan da kırmızı değildir. İşte nur-u Muhammedî’de bütün varlık âleminin manen yazılmış olmasına bu hakikatin ışığında baktığımızda o nur ile madde âlemindeki çok farklı varlıklar arasında bir şekil benzerliği arama hatasına düşmeyiz.
Nitekim bizim yazdığımız kelimelerde de bunun küçük bir misâlini görebiliyoruz. Meselâ, güneş kelimesi ateş saçmadığı gibi, su kelimesi de ıslak değildir.
Üstad hazretleri birçok risalesinde kâinat için kitap, ondaki varlıklar için de “mektûbat-ı Rabbaniye, kelimat-ı kudret, hikmetnüma bir söz” gibi tabirler kullanır. Her varlık, yine Üstadın ifadesiyle, “misdar-ı kader üstünde kalem-i kudretle” yazılmıştır. Yâni, her varlık Allah’ın ezelî ilminde her şeyiyle, her vasfıyla takdir edilir ve kudret kalemi bu takdire göre eşyaya vücut verir.
İnsanın ilminde kurduğu bir cümlenin onun kaleminin ucundan kâğıda dökülmesi bu hakikati anlamamız için bize ihsan edilen bir vasıf ve kabiliyettir.
İşte bütün varlık âlemi, ilk varlık olan nur-u Muhammedî’den, tâ cennete, cehenneme kadar, Allah’ın ezelî ilminde takdir edilmiş ve kudret kalemiyle yazılarak, ilim dairesinden kudret dairesine, gayb âleminden şehadet âlemine geçirilmişlerdir. Bu kalemden dökülen bütün yazıların mürekkebi nur-u Muhammedî’dir, yâni, o nurda şifre ve çekirdek olarak yerleştirilmiş bulunan bütün esmâ tecellileridir.
Buna göre, nur-u Muhammedî bütün âlemlerde tecelli eden İlâhî isimlerin, mücmel bir hülasası gibi düşünülebilir.
Üstad hazretleri, “semâvât ve arz bitişik idiler, biz onu ayırdık” mealindeki ayet-i kerîme için; “Nur-u Muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i acîniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun mâcun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir” buyururlar. Bu ifadeler nur-u Muhammedî mefhumunun doğru anlaşılması konusunda bize yepyeni bir ufuk açıyor. Buna göre, nur-u Muhammediyeden bir yandan melekler, ruhaniler, arş, kürsi yaratılırken, öte yandan aynı nurdan bir “madde-i acîniye” yaratılmış, gökler ve yerler, şu gördüğümüz bütün madde âlemi o macun maddeden yaratılmışlardır.
Dipnotlar:
(1) bk. Acluni, II: 164; Hakim el Müstedrek, II: 615.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Habbe.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü