"Kur'ân, semâdan nâzil olmuştur. Ve O’nun nüzûliyle semavî bir mâide ve bir sofra-i İlâhiye de nâzil olmuştur. Bu mâide, tabakât-ı beşerin iştiha ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir. O mâidenin sathında, yüzünde bulunan..." Devamıyla izah?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Kur'ân, semâdan nâzil olmuştur. Ve O’nun nüzûliyle semavî bir mâide ve bir sofra-i İlâhiye de nâzil olmuştur. Bu mâide, tabakât-ı beşerin iştiha ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir. O mâidenin sathında, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avâma âittir."
"Meselâ: اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا âyet-i kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu mânâyı ifham ve ifâde ediyor: Semâvat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izale ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat çıkmağa başladı. Mezkûr âyetin ifâde ettiği şu mânâya delâlet eden وَ جَعَلْنَاَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ âyet-i kerimesidir. Çünkü, hayvanî ve nebâtî olan hayatları koruyan gıdalar, ancak arz ve semânın izdivacından tevellüd edebilir."
"Mezkûr âyetin tabaka-i avâma âit safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: Nur-u Muhammediye'den (A.S.M.) yaratılan madde-i acîniyeden, seyyârât ile şemsin o nurun mâcun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı delâletiyle te’yid eden اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّهُ نُورِى olan hadîs-i şerîfidir."
"İkinci Misâl: اَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ اْلاَوَّلِ بَلْ هُمْ فِى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ olan âyet-i kerimenin tabaka-i avâma âit safhasında şu mânâ vardır."
“Onlar, daha acib olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar.” Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir bürhan vardır."
"Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun. Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her senede bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü, kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir."(1)
“Semavî bir mâide ve bir sofra-i İlâhiye”
Maide; sofra demektir. Nasıl yeryüzü sofrasında herkesin ihtiyacına, midesine ve iştihasına uygun nimetler serilmişse, Kur’ân-ı Kerîm'de de beşerin bütün tabakalarının faydalanacağı manevî sofralar serilmiştir. İman, salih amel, takva ayrı birer manevî sofra olduğu gibi, güzel ahlakın her bir şubesi de ayrı bir sofra hükmündedir. İnsan bu manevî nimetlere ne kadar fazla teveccüh ederse, onlara karşı iştihası o kadar artar, onlardan alacağı lezzet de o nispette ziyadeleşir.
Musa aleyhisselamın kavmi, bir mu’cize olarak kendilerine semadan bir sofra inmesini istemişlerdi.
“Ey İsrailoğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr'un sağ tarafına (gelmeniz için) size va’de tanıdık ve size kudret helvası ile bıldırcın indirdik.” (Tâhâ Suresi, 20/80)
Bu derste Kur’ân-ı Kerim'in insanlara büyük bir ilâhî ihsan olduğu, o ilâhî sofrada kalplere gıda, akıllara nur olacak çok manevî dersler bulunduğu beyan ediliyor ve ondaki mânaların çok şümullü olduğu, avamdan en büyük âlimlere, ariflere kadar her tabakanın aynı âyetlerden farklı hisseler aldıkları, manen farklı gıdalarla beslendikleri nazara veriliyor.
“O mâidenin sathında, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avâma âittir.”
Kur’ân-ı Kerîm'deki ayetlerin zâhir manaları yanında birçok işaretleri, remizleri, telmihleri de vardır. Bütün insanlara hitap eden bilhassa emir ve yasaklarla alâkalı ayetler herkesin hemen anlayabileceği şekilde açık olarak beyan edilmiştir. Bununla birlikte, bu zâhir mânaların arkasında birçok ince ve derin mânalar da saklıdır.
Üstad Hazretlerinin “kitab-ı kâinat” ifadesinden hareketle, bu hakikate şöyle bir misal verebiliriz:
Kâinat kitabının bir sayfası yeryüzüdür. Onda serilen ilâhî sofraları avam olsun havas olsun herkes görür ve bilir. Bu büyük nimetlere karşı şükreder. Ancak, yerin görünmeyen bir de çekim kanunu vardır. Yeryüzüne bağlanmamız bu kanun ile gerçekleşir. Bu gizli fakat büyük nimeti ancak ilim adamlarımız keşfederler ve hayret ve muhabbetle tefekkür ederler.
Kur’ân’ın “semavî bir mâide ve bir sofra-i İlâhiye” olduğu hakikatini Fatiha suresi açıkça ders vermektedir. Şöyle ki:
Bütün medih ve senanın Allah için ve O’na ait olduğuna iman etmek, kalb için en mühim bir gıdadır.
Bütün âlemleri Allah’ın terbiye ettiğini düşünmek, akıl için çok büyük bir tefekkür levhasıdır ve yine çok bereketli ve feyizli bir gıdadır.
Allah’ı Rahmân ve Rahîm olarak tanımak, dünya ve ahirete ait sonsuz ihtiyaçlarımızın İlâhî rahmet ve kudret tarafından yerine getirildiğini düşünmek, kalb için büyük bir ferahlık, emniyet ve ümit kaynağıdır.
Allah’ı din gününün sahibi olarak bilmek, ölümün yokluk ve hiçlik olmadığına, bu fâni âlemden sonra baki bir âleme gidileceğine inanmak beka isteyen ruh için vazgeçilmez bir gıdadır.
Yalnız Allah’a ibâdet etmek ve yine yalnız O’ndan medet dilemek, kalbi ve ruhu mahlûkata dilencilikten kurtaran en büyük bir nimettir.
İstikamet üzere bulunmakla peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin yoluna girmek insan için tariflere sığmaz büyük bir mazhariyettir.
Allah’ın gazabına uğramamayı, sapık düşünce ve yanlış itikadlardan uzak olmayı dilemek de yine ruhun çok büyük bir ihtiyacıdır.
Kur’ân-ı Kerîm'in farklı muhatap tabakalarına ayrı mânalar sunan manevî bir maide olduğuna misal olarak verilen birinci ayetin manası, “... Semavât ve arz bitişik idiler, biz onları ayırdık...” (Enbiya Suresi, 21/30)
Sema ve arzın bitişik olması, mecazî olarak düşünülebileceği gibi, hakiki olarak da düşünülebilir. Üstad Hazretleri her iki şıkkı da nazara vererek izahlar getirmiştir.
Mecazî Mana: Semadan yağmur yağıp da yerden bitkiler çıkmadan önce, sema ve arz sanki bitişik idiler, yâni bir tek sistemin parçaları, bir tek vücudun organları gibi idiler. Güneş sistemimizin, canlılar yaratılmadan önceki haline hayalen bakalım. Güneş ve onun etrafında dönen gezegenler; bunlardan birisi de dünya. Ortada ne sema var, ne arz. Hepsi bir tek sistem. Gökten sular inip de yerden bitkiler çıkınca, onu takiben o bitkilerden faydalanacak hayvanlar yaratılınca ve en sonunda da yerküresi üzerinde arzın halifesi makamındaki insan yaratılınca, bu insanlar gökten inen rahmeti ve yerden fışkıran bitkileri ayrı ayrı seyretmeye başladılar. Semaları ve arzı yaratıp terbiye eden ve insanın hizmetine veren Allah’a hamd ve şükür ettiler. Böylece insanın önüne iki ayrı rahmet tablosu çıkmış oldu.
“Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izale ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebâtât çıkmağa başladı.”
Üstad Hazretleri ayette geçen yapışıklığı ve izalesini böylece izah ettikten sonra, وَ جَعَلْنَاَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ / “Biz her şeyi sudan hayatlandırdık.” (Enbiya Suresi, 21/30) âyet-i kerîmesinin bu manaya delâlet ettiğini kaydeder. Ve şu mecazî manayı nazara verir:
“Çünkü, hayvanî ve nebâtî olan hayatları koruyan gıdalar, ancak arz ve semânın izdivacından tevellüd edebilir.”
Sema ve arz başlangıçta bir tek şey, bir tek sistem iken, bu izdivaçla iki taraf haline gelmişler ve onlardan bütün bitkiler ve hayvanlar doğmuşlardır.
Üstadımız âyet-i kerîmeye verdiği ikinci manada bitişikliği hakikî manasıyla ele alır ve şu hadis-i şerifi nazara verir:
اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّهُ نُورِى “Allah’ın ilk yarattığı (şey) benim nurumdur.”
Bu manaya göre, semâvât ve arz “Nur-u Muhammediye'den (asm) yaratılan madde-i acîniyeden” yaratılmışlardır. Üstad Hazretleri bu derste bizlere ayrı bir ufuk açıyor. Buna göre, şu görünen âlem, Nur-u Muhammediye’den doğrudan yaratılmayıp, o Nur’dan, ilk önce bir macun madde, bir çekirdek varlık yaratılmış, o çekirdeğin “infisal ettirilmesi”, yani açılıp fasıllara, bölümlere ayrılmasıyla da semalar ve arz yaratılmıştır. Yâni, maddî ve manevî bütün varlık âleminin çekirdeği olan o nurdan, hem Arş, Kürsi, melekler ve ruhlar yaratılmıştır, hem de o nurdan yaratılan bir macun maddeden de şu gördüğümüz madde âlemi yaratılmıştır.
O macun maddenin küçük numuneleri bütün çekirdekler âlemidir. Bir çekirdekte kök, gövde, dallar, budaklar, yaprak ve çiçekler bitişiktir; yani tamamı şifre halinde o çekirdeğe konulmuştur. Daha sonra, çekirdeğin açılmasıyla fasıllara ayrılma başlamış ve sonunda gövdesiyle, dal ve yapraklarıyla bir ağaç ortaya çıkmıştır.
İkinci Misâl: اَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ اْلاَوَّلِ بَلْ هُمْ فِى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ olan âyet-i kerîmenin tabaka-i avâma âit safhasında şu mânâ vardır.
“Onlar, daha acib olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar.” Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir burhan vardır.
Nur Külliyatı'nda âhiret inancına dair çok mühim risaleler yer almaktadır. Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler yanında, başka risalelerde de bu konu farklı cihetleriyle ele alınmış, kalbi tatmin, aklı ikna edecek deliller getirilmiştir. Bunlardan sadece birisini nakletmekle iktifa edelim:
Şöyle bir misâl verilir.
"Acaba, muciznümâ bir kâtip bulunsa, hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı tek bir sayfada, karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette, bir saatte yazarsa; birisi sana dese, 'Şu kâtip, kendi te’lif ettiği, senin suya düşmüş olan kitabını yeniden, bir dakika zarfında hâfızasından yazacak.'; sen diyebilir misin ki, 'Yapamaz ve inanmam?'"(2)
“Kendi te’lif ettiği, senin suya düşmüş olan kitabını”
Matbaadan önce, kitaplar elle yazılırdı. Böyle bir kitap suya düştüğü takdirde, bütün yazılar mürekkep olarak suda akmaya başlar ve ortada kitap diye bir şey kalmazdı. Şu var ki, o kaybolan kitap müellifin ilminde mevcuttur, dilerse onu tekrar yazabilir.
Şimdi o kitabı şuurlu farz edelim ve kendisine diyelim ki, sen bir süre sonra şu nehre atılacak ve ortadan kaybolacaksın, ama senin kâtibin seni tekrar yazacak. Kitabın bunu rahatlıkla kabul etmesi gerekir. Çünkü kendisi bir zamanlar hiç ortada yokken kâtibin ilmi, iradesi ve kudretiyle yazılıp telif edilmiştir. Bu birinci yazılışı ikinciye göre daha zordur. İkinci yazılışta ise, zâten mevcut olan manalara yeniden libas giydirilecek, kitap yeniden ortaya çıkarılacaktır.
Bu kâinat da kudret kalemiyle yazılmış bir kitaptır. Her bir insan da o kitaptan bir kelime olduğu gibi, müstakil bir kitap olarak da düşünülebilir. Allah’ın ilminde her şeyiyle takdir edilmiş bulunan bu kitap, O’nun irade etmesiyle, ilim dairesinden kudret dairesine geçirilmiştir. Yaratma dediğimiz hâdise budur.
Suya düşen kitabın mürekkebe dönüşmesi gibi, ölüm hâdisesiyle de insan bedeni elementlere inkılab edecektir. Bu kitabı elementlerle yazan zâtın, tekrar yazamayacağını iddia etmenin akıl ve mantıkta yeri yoktur.
Dersin devamında Üstad Hazretleri insanın hücrelerinin sürekli değiştiğine dikkat çekiyor. Zira bu değişen hücrelerle beden kitabı devamlı olarak yenileniyor, bir yıl kadar sonra tamamı yeniden yazılmış oluyor. İnsan hayatta iken bedeninin safhalar halinde defalarca ölüp yeniden dirildiğini bildiği halde ahiretteki dirilişini nasıl inkâr edebilir?
Burada insan nefsini gaflete düşüren hâdise, bedenini teşkil eden hücrelerin bir anda değil, kademeli olarak ölmeleri, yerlerine yine kademeli olarak yeni hücrelerin yaratılmalarıdır. İnsanın bu hali çam ağaçlarının halini andırıyor. Çam ağaçları daima yeşildir, ancak ondaki o incecik yapraklar da muntazam olarak dökülmekte, yerlerine yenileri gelmektedir. Ancak bu dökülme bir anda olmadığı için, çam ağacı sanki sabitmiş, değişmiyormuş zannedilir. Diğer ağaçlar ise, meselâ bir kavak yahut söğüt ağacı güz mevsiminde bütün yapraklarını döker, âdeta çıplak olur. Kış boyunca böylece kaldıktan sonra, baharda yeniden yeşillere bürünür.
Bir taburda yahut orduda da benzer bir tablo vardır. Komutanından neferine kadar hepsi kademeli olarak değişmektedirler, ama ne zaman baksak o orduyu kumandanıyla, neferiyle mevcut görür ve sabit zannederiz.
İnsan bedeni de o ordu gibidir. İnsanda yüz trilyon hücre olduğuna göre, her insan yüz trilyonluk bir ordudur. Bu ordu defalarca yenilendiği halde, ahirette yeniden teşkil edilmesi akıldan uzak görülebilir mi? Bunu uzak gören bir akıl, hastadır ve tedaviye muhtaçtır. Böyle bir akıl sahibine Üstad'ın tavsiyesi: “Doktora git, kafanı tedavi ettir.”
Üstad Hazretleri bu tip düşüncelerin ancak akıl hastalarına yakışacağını böylece ifade etmiş oluyor. Bilindiği gibi, akıl hastaları kendilerini herkesten daha akıllı zannettikleri için, tedavi olmak gibi bir problemleri yoktur. Onlara yaklaşmanın yollarını arayıp bulmak ve tedavilerine çalışmak aklı başında olan insanlara düşen çok büyük bir vazifedir.
Bütün manevî hastalıklarda, nefis kendi hastalığından memnundur, tedavi olmak şöyle dursun, hastalığa âşıktır. Onlara hakkın tebliği ve doğrunun öğretilmesi ciddî bir gayret ve sabır gerektirir.
Risale-i Nur hizmetinin dört rüknünden biri olan şefkat, işte böyle kimselere acımayı, onlara el atmayı ders veriyor. Kaza geçiren ve âzaları zarar gören kimselere nasıl acıyor ve yardımlarına koşuyorsak, aynı şefkatin çok daha fazlasını manevî hastalar için de göstermemiz gerekir. Bu tedaviye gönül veren tabiplerin işi oldukça zordur, zira hastaları başka hastalara benzemezler; şifa düşmanıdırlar.
Dipnotlar
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.
(2) bk. Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü