"Lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır."
"Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksûdun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlûbun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şa’şaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir."(1)
Mana ruh ise lafız ceset, mana vücut ise lafız elbise, mana cevher ise lafız cevherin kabı gibidir. Ama günümüzde lafız mananın önüne geçmiş, herkes manadan ziyade lafza ihtimam eder olmuştur.
Şiirler, şarkılar, romanlar, kitaplar, manadan çok lafza ve onun kafiyesine dikkat kesilmiştir. Oysa mana esas, lafız ise bu esası muhafaza eden bir kılıf bir elbisedir. Tersi olursa hikmetsiz olur. Yani elmas ve zümrütler dışarı atılmış, ama elmas ve zümrüdü korumak için yapılan kaplar baş göz üstüne konulmuş olursa hikmetten bahsedilemez.
İslam dininin özü ve esası hükmünde olan manayı lafza ve kalıba feda ettik. Yani ilim diye âyet ve hadislerin suret ve şekline odaklandık. Âyet ve hadislerin hakiki ve derin manalarına değil, lafız ve suret kalıplarına dikkat kesildik. Bu sebeple âyet ve hadisler de bize küsüp derinliğini ve inceliklerini gizlediler.
İslam’ın ilk üç asrı hariç, diğer dönemler taklit ve suret dönemidir. Yani ilk üç asır hariç diğer dönemlerdeki ilim, Arapça gramer öğrenmek ve kaynak ezberlemek şeklinde tezahür etti. Âyet ve hadisler gramer olarak incelendi ya da zahiri manasından ibaret zannedildi. Mana ve incelikler göz ardı edildi.
Bir de işin içine hurafelerin kaynakları hükmünde olan Yunan felsefesi ve İsrailiyat girince, âyet ve hadislerin aslı, özü ve manası iyice gizlendi ve saklandı. İslam âlemi Kur’an ve hadisleri anlamak noktasında verimsiz ve taklit sürecine girmiştir. İlk üç asrın haricindeki dönemlerde müçtehitlerin çıkmaması buna güzel bir işarettir.
Kur’an’ın asıl maksadı tevhit, haşir, nübüvvet, ibadet ve adalet iken, insanlar bu maksatlara değil Kur’an’ın kıssa ve hikaye yönüne baktılar. Kur’an’ın ince ve derin gayelerini iyi okuyamadılar.
Mesela, Osmanlı medreselerinde Kur’an talimi ve eğitimi tamamen lafzi ve sathidir. Bu yüzden Osmanlı dönemi bir İmam Azam bir İmam Şafi ayarında âlim yetiştirememiştir. Bunun tek sebebi Kur’an ve İslam’ın özü ile değil kabuk ve kışırları hükmünde olan lafız ve zahiri ile meşgul olunmasıdır.
Zahirperestlik geleneği İslam düşünce ve tefekkür dünyasını donuklaştırıp atıl bir vaziyete sokmuştur. Bu geleneği delip yeniden asla dönmeyi deneyen âlimler olmuştur, ama tam bir başarı gösterememiştir. Bu hususta Risale-i Nur asla dönüşün güzel bir numunesidir. Yani Risale-i Nurlar Kur’an’ın lafzi ve zahiri bir tefsiri değil hakiki ve nurani bir tefsiridir. Lafız ile mana ahengini tam yakalamış birini diğerine feda ettirmemiştir.
(1) bk. Muhakemat, İkinci Makale (Unsuru'l-Belagat), Birinci Mesele.
İlgili ders videosu için tıklayınız:
- Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Dersleri (25. Bölüm).
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü