"Lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur." cümlesini izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu gayretli talebem, cesaretli biraderzadem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber, hıfz-ı Kur'ânî her müşkülâta galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur itikadında olduğumdan, seni teşcî ve teşvike lüzum görmem."(1)

İman hizmetinden alınan lezzet, zevk ve neş’e her türlü dünyevî sıkıntıyı ve kederi unutturur, âdeta onların panzehiri olur. Üstad Hazretlerinin, yirmi sekiz yıl zindanlarda ve sürgünlerde azap ve sıkıntılar içinde bulunmasına rağmen, metanet ile iman davasına sahip çıkması ve onda şiddetle sebat göstermesi, imanın vermiş olduğu bu teselli ve huzur sayesindedir. Yani iman hizmetinde öyle büyük bir lezzet ve saadet var ki, dünyanın bütün dert ve kederlerini hiçe indirir.

Tabiî bu herkesin imandaki derecesine ve mertebesine göredir. Yani insan iman hakikatlerini ne kadar anlamış ve hazmetmiş ise, ona göre imanın neş’e ve lezzetine mazhar olur. Ondan almış olduğu kuvvet ile dert ve kederlere sabredebilir.

“Evet, hakikî îmanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmanın kuvvetine göre, hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” (23. Söz)

Kâinata meydan okumak, “varlık âlemindeki her şeyi Allah’ın emrinde bilmek ve O izin vermedikçe hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceğine kesin olarak inanmak” demektir. Bu hakikat, eşya için olduğu gibi hâdiseler için de geçerlidir ve “hâdisatın tazyikatından kurtulabilir” ifadesiyle bu mâna ders verilmiştir.

Deniz, Allah’ın bir mahlûkudur. İnsanın tansiyonunun yükselmesi gibi, dalgaların fırtına ile yükselmesi de bir hâdisedir. Denizi yapan başka, bu hâdiseyi yaratan başka olamaz. O halde, denizin sahibine iman ile intisab eden bir mü’min, dalgalardan korkmaz. Allah’ın Hakîm isminin muktezası olarak tedbirini alır, ancak çok iyi bilir ki, deniz kendiliğinden ona bir zarar dokunduramaz. Bu imanla, fırtınaya ve yükselen dalgalara meydan okuyabilir, onlara karşı koyabilir.

İnsanın başına gelen bütün korkutucu, zarar verici hâdiseler de böyledir. O hâdiseler de kendi başlarına buyruk değildirler. Üstadımızın buyurduğu gibi,"Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin hazinesi O’nun yanındadır."

O’nun izni olmaksızın ne ağaç meyve verebilir, ne de su insanı boğabilir. Ağacın bakımını iyi yapan bir bahçıvan, onun meyvelerinden faydalandığı gibi, yüzme bilmeden denize giren insan da onun dalgalarında boğulur. Rızkı veren de Allah’tır, ölümü yaratan da. Kul ise kendi iradesine bırakılan işlerde sadece vazifesini en iyi şekilde yapmak durumundadır. Böylece bir hayra ulaştığında çok iyi bilir ki “Her hayır Allah’ın elindedir.” Ve bu güzel netice de O’nun ihsanıdır. Yanlış yoldan giderek zarara uğradığında da yine çok iyi bilir ki, bu şerri yaratan da Allah’tır, şu var ki, yanlış yol tutmakla bu şerri kendi istemiştir.

İmanın hem nur, hem kuvvet olduğunun beyan edildiği paragrafın sonunda şu hüküm cümlesi geçer:

" ... İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dâreyni iktizâ eder.”

Mesela, "Dikenli ve kayalık bir yoldan çıplak ayakla geçersen, neticesinde Hazret-i Peygamber (asm)'e varacak ve onunla kucaklaşacaksın" denilse, Peygamber âşıkları o yoldan neşe ile ve büyük bir zevkle geçerler. Ona kavuşmanın hayali ve neşesi dikeni güle, kayayı pamuğa çevirir.

Yani mülsak-ı Nebi'deki (Nebi'ye kavuşmadaki) neşe ve lezzet, yolu ve meşakkati hiçe indirir. Sinesi onun aşkı ile yanarken hangi hararet onu yandırır, hangi meşakkat ona acı çektirir, hangi elem ona zarar verebilir. Bu incelik ancak his ve zevk ile anlaşılır.

(1) bk. Barla Lâhikası, (214. Mektup)

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...