"Kuvvet" ve "Nur" nedir, nasıl elde edilebilir?
Değerli Kardeşimiz;
“Îman hem nûrdur, hem kuvvettir.”(1)
Bu cümlede geçen nûr kelimesi, “tenvîr eden, nûrlandıran, ışıklandıran” mânasındadır.
İnanmayan insan küfür karanlığında kalmıştır. Ne kendini okuyabilir, ne de kâinatı. Her organının, her hücresinin ve her duygusunun ayrı birer mu’cize olduklarını hiç düşünmez. Sadece onları dünyanın geçici menfaatlerinde ve zevklerinde kullanmakla yetinir. Düşünmeden yaşar veya yaşıyorum zanneder.
İman nuruyla kendini okuyan insan ise şöyle düşünür:
Ben Allah’ın eseriyim. Hayatım O’nun Muhyi isminin tecellisi; suretim Musavvir isminin tecellisi, her organımın ve her duygumun nice faydalar taşıması Alim ve Hakîm isimlerinin tecellileri.
Ve ben varlığımda tecelli eden her bir İlâhî isimle ayrı bir rahmete mazhar olmaktayım ve ayrı bir şeref kazanmaktayım. Bunların her biri için ayrı bir şükür borcum vardır.
Allah’a iman etmekle böyle bir üstünlüğe ulaşan kişi, “Rabbine nasıl şükür ve ibâdet edeceği” sorularının cevabını da imanın diğer iki rüknünde, yani kitaplara ve peygamberlere imanda bulur. İşlerini, hareketlerini, düşüncelerini ve ahlâkını Kur’ân’a göre tanzim etmeye ve bu konuda yegâne rehber olan Allah Resulüne (asm) mutlak mânada itaat etmeye başlar. Böylece iman şerefine, salih amel ve güzel ahlâkı da ilave etmiş olur.
İman nur olduğu gibi, ilim de nurdur, ibadet de nurdur, güzel ahlâkın her bir şubesi de ayrı bir nurdur.
Kalbi imanla nurlanan bir kul, bu sebepler dünyasında kendine düşen görevleri hassasiyetle yerine getirdikten sonra, âlemlerin Rabbi olan Allah’a tevekkül eder; mahlûkat âleminden gelecek zararlara ve tehlikelere gereğinden fazla ehemmiyet vermez.
İmanın çok büyük bir kuvvet olduğu bir sonraki cümlede şöyle beyan ediliyor:
“Evet, hakikî îmanı elde eden adam, kâinâta meydan okuyabilir ve îmanın kuvvetine göre, hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”
Kâinâta meydan okumak, “varlık âlemindeki her şeyi Allah’ın emrinde bilmek ve O izin vermedikçe hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceğine kesin olarak inanmak” demektir. Bu gerçek, eşya için olduğu gibi olaylar için de geçerlidir ve “hâdisatın tazyikâtından kurtulabilir” ifadesiyle de bu mâna ders verilmiştir.
Tansiyon yükselmesi gibi, dalgaların fırtına ile yükselmesi de bir hâdisedir. Denizi yapan başka, bu hâdiseyi yaratan başka olamaz. O hâlde, denizin sahibine iman ile intisab eden bir mümin, dalgalardan korkmaz. Allah’ın Hakîm isminin gereği olarak tedbirini alır, ancak çok iyi bilir ki deniz kendiliğinden ona bir zarar veremez. Bu imanla, fırtınaya ve yükselen dalgalara meydan okuyabilir, onlara karşı koyabilir.
İnsanın başına gelen bütün korkutucu ve zarar verici olaylar da böyledir. Hiçbiri kendi başına buyruk değildir.
“Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin hazînesi O’nun yanındadır.”(2)
O’nun izni olmaksızın ne ağaç meyve verebilir, ne de su insanı boğabilir.
Rızkı veren de Allah’tır, ölümü yaratan da. Kul ise kendi iradesine bırakılan işlerde sadece görevini en iyi şekilde yapmak durumundadır. Böylece bir hayra ulaştığında çok iyi bilir ki “Her hayır Allah’ın elindedir.” Ve bu güzel netice de O’nun ihsanıdır.
İmanın hem nur, hem kuvvet olduğunun beyan edildiği paragrafın sonunda şu hüküm cümlesi geçer:
“ ... İman tevhîdi, tevhîd teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dâreyni iktizâ eder.”
Allah’ın varlığına iman eden insan tevhid yoluna girmiş, O’nun birliğine de iman etmiştir.
Tevhîd, üçe ayrılıyor: Tevhîd-i zât, tevhîd-i sıfat ve tevhîd-i ef’al.
Allah’ın zâtının birliğine inanan insan O’nun, sıfatlarında da şeriki olmadığına inanır. Bir mümin, bütün kudretin ancak Allah’a ait olduğunu bilir. “Allah’tan başka kimsede havl ve kuvvet yoktur.” cümlesi kudret sıfatında tevhidi ifade eder.
Keza, ilim sıfatı da ancak Allah’a mahsustur. Mahlûkata ihsan edilen ilimler, O’nun Alim isminin tecellileridir. Meleklerin, Hazret-I Âdem’le ilim konusunda tabi tutuldukları imtihan sonunda;
Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz (uzak tutarız). Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiç bir bilgimiz yoktur.” (Bakara, 2/32)
Demeleri de ilim sıfatında tevhidi ifade etmektedir.
Diğer sıfatları da aynı şekilde düşünen bir mümin, hiçbir varlığa hakikî manada ne kudret, ne ilim, ne irade verir. Hepsini Allah’tan bilir. O dilemedikçe hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceğine olan kuvvetli imanı onu, tevhidin bir sonraki kademesi olan teslime götürür.
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih,48/7) âyet-i kerimesinden aldığı dersle, her şeyi emirber askerler olarak gören insan, ancak Allah’a teslim olur ve yalnız O’na tevekkül eder.
İşte iki dünya saadetinin reçetesi, hakikî imanın meyveleri olan bu “teslim ve tevekküldür.” Bu reçeteyi kalp âlemine hâkim kılan bir mümin, dünyada da mesut yaşar, âhirette de.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
(2) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü